You are here
Devrimci Marksizm 58-59
Bu sayı
Dergimiz dünya, bölge ve Türkiye düzlemlerinin tamamında önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemde çıkıyor. Uluslararası ölçekte bakıldığında, emperyalizmin Rusya ve Çin kuşatmasının neredeyse tüm cepheleri hareketli. Ukrayna’da Zelenski yönetimi yüz binlerce kayıp vermeyi göze alıp halkını ve ülkesini emperyalizmin koçbaşı haline getirmeyi sürdürüyor. Rusya, emperyalistlerin sadece kendi uzmanlarınca kullanılabilecek bazı ileri silahları sahaya sürmesinin ardından gerektiğinde nükleer başlık da taşıyabilen hipersonik füzelerini ilk kez kullandı. Fakat emperyalistler geri adım atmıyor. Trump’ın başkanlık görevine başlaması, seçim dönemindeki söylemleri göz önüne alındığında Ukrayna cephesinde en azından bir ateşkese yol açabilir. Ama bu, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) saldırganlığının Güney Çin Denizi’ne taşınması pahasına olacaktır.
Batı Asya’daysa, emperyalizmin planları, 2023 yılının Ekim ayında Filistin direniş örgütlerinin gerçekleştirdiği El Aksa Tûfânı operasyonu ve onu izleyen Siyonist soykırım ile birlikte tehlikeye düşmüş görünüyordu. Trump’ın ilk başkanlık döneminde geliştirdiği ve İsrail’i bölgedeki emperyalist yeniden yapılanmanın merkezine koyan planlaması, soykırımcı bir devlet olarak İsrail ile iş yapmanın maliyeti bölge ülkeleri için yükselince yara almış, en azından Suudî Arabistan’ın İsrail ile normalleşme sırasına girmesi bir süreliğine olanaksızlaşmıştı. İsrail’in açık bir soykırım yürütmesine karşın bir yılı aşkın bir sürede Filistinli direniş örgütlerine karşı açık bir zafer kazanamaması, Ensarullah ve Hizbullah’ın İsrail’i sıkıştıran saldırıları ve uluslararası mahkemelerde İsrail aleyhine davaların ilerliyor olması tabloyu emperyalizm ve Siyonizm açısından daha da kötüleştirmekteydi.
Bu durumu tersine çevirecek dinamikleri ortaya çıkaran bir gelişme, Suriye’de Arap Devrimleri’nin bir aşaması olarak doğup, daha sonra silahlı bir iç savaşa evrilen mücadelenin, uzun bir süre pat durumunda bekledikten sonra HTŞ önderliğindeki tekfircilerin zaferi ile neticelenmesi oldu. Esad liderliğindeki güçler tekfircilere teslim olurken, emperyalizm ile fiilî çatışma içinde olan Rusya, İran, Hizbullah gibi güçler ciddi bir darbe aldı. İsrail zaten kısa zaman önce Lübnan’da Hizbullah’ı yeniden Litanî ırmağının kuzeyine çekilmeye zorlayan bir anlaşma yapmayı başararak kuzeydeki basıncı azaltmıştı. Suriye’de tekfircilerin zaferi ile birlikte Hizbullah’ın Suriye’deki ikmal hatları da kesilmiş oldu. Böylelikle İsrail’in bir hayli rahatladığı açık. Üstelik HTŞ ve diğer tekfirci örgütlerin gündeminde Filistin halkına yönelik soykırım sürerken İsrail ile mücadele yok.
Bu durum emperyalistlerin ve Siyonistlerin bölgede açık ve nihaî bir zafer kazandığı anlamına gelmez. Zira “zafer” halen emperyalist ülkelerde “terör örgütleri” listesinde yer alan örgütlerce ve onların Türkiye tarafından teçhiz edilen rakiplerince kazanıldı, ABD ile ne yazık ki stratejik bir ittifaka yönelen Kürt gruplarının veya Esad güçlerinden kalan birliklerin ne olacağı belirsiz ve Türkiye, bölgede emperyalizmin pek de tercih etmeyeceği bir avantaj elde etmiş durumda. Daha da önemlisi, emperyalistlerin içine yuvarlanmış olduğu bunalım koşullarında dahi bu tür zaferler elde edebilmesinin ardında, ilk olarak, rakiplerinin işçi devletleri değil, emperyalizme karşı ciddi zaaflar taşıyarak mücadele eden devletler olması yatıyor. Rusya ve İran, bir yandan kendi toplumlarını baskı altında tutarak, bir avuç oligark ve mollanın maslahatına uygun siyaset yaparken, diğer yandan kendi aralarında da gerçek bir dayanışma sergilemek yerine insanlığın düşmanı emperyalizme karşı hala akılları sıra incelikli ve “realist” dış politikalar izliyorlar. Rusya’nın (ve Sırbistan gibi müttefiklerinin) Siyonizm aşkı, İran’ın Azerbaycan ve AB ile normalleşme arayışları ve Suriye sahasında bir arada ama yalnız hareket etmiş olmaları buna örnek olarak verilebilir. Emperyalizmin zayıf anında bu tür zaferler kazanmasının ikinci nedeni ise, emperyalist merkezlerde sosyalist hareketlerin halen sınıfsal temellerde güçlü partiler inşa edememiş, aksine kimlikçilik batağında debelenmekte olmalarıdır. İkinci Enternasyonal’in içindeki hainler ile günümüz kimlikçilerini aynı kefeye koymak için henüz erken, ancak sonuçları itibarıyla durumun benzer olduğu da su götürmez.
Suriye’de tekfircilerin zaferinin Rusya’nın Hmeymim ve Tartus üslerinin kapanmasına yol açabileceği, bunun da Rusya’nın Suriye’deki hezimetini derinleştirici etki yapacağı açıktır. Suriye halkını ise zor günler beklemektedir. Bilhassa Nusayrî nüfus ciddi bir katliam ve zulüm riski ile karşı karşıyadır. Esad’in Filistin davasının tutarlı bir müttefiki olmadığı, belirli zaaflar taşıdığı bilinir. Fakat yeni durumda en azından FHKC’den (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) erken bir aşamada ayrılan ve Baas çizgisine yakınlığı ile bilinen FHKC-Genel Komutanlık örgütü Suriye’yi terk etmek zorunda kalmıştır. Diğer Filistinli gruplar henüz HTŞ ile görüşmelerini sürdürmektelerse de, bunların Suriye’deki varlığı konusunda büyük bir belirsizlik var. Kürtler açısından da Suriye’de durum hiç iç açıcı bir manzara sunmamakta. ABD emperyalizminin Kürtleri yarı yolda bırakması ve NATO üyesi Türkiye’ye alan açması bir ihtimal. Tam da bu sırada Suriye’deki yeni dengeleri okuyan Arap aşiretleri, Fırat’ın doğusunda YPG’ye yönelik saldırılar gerçekleştiriyorlar.
Rojava’daki bu durumun Türkiye’deki yansıması, bir “yeni açılım”ın, üstelik faşist MHP tarafından gündeme getirilmesi oldu. Bunun Suriye’deki gelişmelerden bağımsız olduğunu düşünmek saflık olur. Olan biten, AKP’nin “yeniden demokratik günlerine” dönmesi değil, Türkiye burjuvazisinin sömürgeci planlarının yeni bir biçim alması ve buna dair arayışlardır. Şayet Öcalan YPG’yi Türk ordusuyla birlikte Sünnî şemsiye altında birleşmeye ikna ederse bu, bölgede Türkiye’nin yanında görünen Sünni Arap, Türkmen ve Kürt (KDP) ittifakın gücünü arttıracaktır. PKK tasfiye edilecek, artakalan güçlerden kalanlar bu ittifaka dahil edilmeye çalışılacaktır.
Biz devrimci Marksistler bölgede emekçi halkların ve onların düşmanı emperyalizm ve Siyonizmin pozisyonlarını ve olası hamlelerini anlamaya çalışırken, Türkiye burjuvazisinin gözü bölgede sömürgecilik ve/veya para kazanma olanaklarına dikilmiş durumda. Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’nin Türkiye etki alanına alınması kuşkusuz buradaki iktisadî olanakların Türkiye burjuvazisine açılması anlamına gelecek. Dahası, Türkiye burjuvazisi “Suriye’nin yeniden yapılandırılması” adıyla kendisine düşebilecek pay için elini ovuşturuyor. Böyle bir işin en uygun adayı da onlar, ve burjuvazinin olası bir Suriye çıkarması, Türkiye ekonomisindeki kötü gidişata bir miktar merhem olabilir. Bu durumda AKP bir yandan enflasyonu ve yoksullaşmayı yavaşlatırken bir yandan da yapısal bazı hamleler ile işçi sınıfına uzun vadeli saldırısında yeni adımlar atabilir. Erdoğan bu sırada “Suriye fatihi” olarak topladığı yeni puanlarla siyasî desteğini arttırabilir. Burjuvazinin ortak çıkarları için iktisadî kriz karşısında sessiz kalmayı seçen, erken seçim kartını gerçek anlamda sahaya sürmekten imtina eden CHP de bir kez daha havasını alacaktır, kuyruğuna takılan sosyalistlerle birlikte!
Devrimci Marksizm Yayın Kurulu olarak böyle bir dönemde yapılması gerekenin işçi sınıfı içerisinde mevzilenerek Birleşik İşçi Cephesi inşasını savunmayı sürdürmek olduğu kanaatindeyiz. Anayasa ayaklar altına alınırken susan, krize karşı burjuvazinin isteğiyle sessiz kalan CHP, Suriye sömürgeleştirilirken de destek verecektir. Polonez işçilerinin, Fernas işçilerinin, MESS’e karşı greve çıkan ve istibdadın grev yasaklarını çöpe atan metal işçilerinin mücadelelerini ve daha nicesini bir araya getirmekten başka herhangi bir program, kendisini burjuvazinin bir kanadı ile aynı noktada bulacaktır.
Sayımız Korkut Boratav’ın Marx’ın yapıtında tarihsel maddecilik ile Kapital’de ortaya konulan kapitalizm teorisi arasındaki ilişkiyi tartışan makalesi ile açılıyor. Boratav’ın kim olduğunu Devrimci Marksizm’in bütün okurları bilir. Boratav bütün hayatı boyunca Türkiye Marksist düşüncesine, özellikle iktisat alanında ama aynı zamanda daha genel olarak büyük katkılar yapmış bir düşünür iken, son on yıllarda solun neredeyse tamamı için fikrine büyük değer verilen bir “duayen” haline gelmiştir. Bu sayıda Boratav’ın iki yazısını yayınlıyoruz. Sayının başında yer alan bu makalesinin yanı sıra Amerikalı Marksist iktisatçı Paul Sweezy’nin ölümünün 20. yılı dolayısıyla yayınlamakta olduğumuz dosyada da bir yazısı yer alıyor. O yazının başlığında Boratav Sweezy için “bilge bir Marksist” nitelemesini kullanıyor. Biz de onu izleyerek kendisi için “Türkiye solunun bilgesi” ifadesini kullanmanın doğru olacağını düşünüyoruz.
Boratav’ın bu sayıdaki ilk yazısı, birçok konuya iç içe ve sağlam bağlarla birbirine bağlı biçimde el atıyor. Bunlardan biri tarihsel maddecilik ile Kapital’de sunulan analiz arasındaki metodolojik ve zamansal bağlar meselesidir. Boratav bu meseleyi tartışırken aynı zamanda Marx açısından “üretim ilişkileri” kavramının tanımını çeşitli alıntılar temelinde en dakik biçimde araştırmaya da girişiyor. Yazının en önemli yanlarından biri de başlığa da yansıyan bir tarzda Kapital’in Üçüncü Cildi’ne atfettiği önem. Birçok Marksistin ilgisi Birinci Cilt’le sınırlı kalırken Boratav haklı olarak Üçüncü Cildi bu açından gündeme getiriyor.
Boratav’ın yazısını, Devrimci Marksizm Yayın Kurulu olarak Karaburun Bilim Kongresi’nde, kongrenin düzenlenmesi aşamasında yaşanan ve Türkiye Marksizmini ilgilendirdiğini düşündüğümüz tartışmalara dair yaptığımız açıklama izliyor. 2006 yılından bu yana düzenlenen ve Marksizmin içinde veya kıyısında olan çok sayıda sosyalisti bir araya getirerek önemli bir tartışma ortamı yaratan Karaburun Bilim Kongresi’nin düzenleme kurulu içinde yaşanan ve kamuoyuna yansıyan tartışma, bizce Marksizmin postmodernizmin saldırısı altında nasıl bir bozulma yaşadığını gözler önüne sermekteydi. Düzenleme kurulu imzalı bir metin, Marksistlerden, başka bir fikrî akım olan feminizmin belirli “kazanımlarına” boyun eğmelerini talep ediyor, Marksistlerin tartışma teamüllerini çöpe atıyordu. Buna bir müdahale olarak, aşağıda ilk yazı olarak okuyacağınız ve daha önce internet sitemizde de yer verdiğimiz açıklamamızı, düzenleyiciler tarafından kapanış oturumunun hemen öncesine konulan ve dergimizce kongreye önerilmiş bulunan Faşizm, Ön-Faşizm, Siyonizm oturumumuzun başında katılımcılarla ve düzenleme kurulundan orada bulunanlarla paylaştık. Ancak, düzenleme kurulundan aldığımız yanıt ve sergilenen davranışlar öngörülerimizi doğrular nitelikteydi. Burada bunların ayrıntısına girmek gereksiz. Düzenleme kurulunun bu eleştirimizi yanıtsız bırakacağını ve terk etmeleri gerektiğini söylediğimiz pozisyonlarını koruyacaklarını da anlamış bulunuyoruz. Fakat açıklamamızın arkasındayız ve bu yaklaşıma karşı mücadelemizi sürdüreceğiz. Marksizme ilgi duyan veya artık kendisini Marksist olarak tanımlayan, bilhassa genç okurlarımıza da bu açıklamamızı dikkatle okumalarını, 50. sayımızda yer alan, postmodernizm hakkındaki yazılarımızı da gözden geçirmelerini ve Marksizm sosuna batırılarak kendilerine sunulan postmodern tezlere karşı hep tetikte olmalarını bir kez daha öneriyoruz.
Bu sayının üçüncü yazısında Alp Yücel Kaya, son senelerde katıldığı farklı toplantılarda, Marx’ın, burjuvazinin aristokrasiyi alaşağı ettiği anlatısına dayalı “burjuva devrimi teorisi”ni liberal tarihçilerden aldığını, bu teorinin 20. yüzyılda Marksistlerce kurumsallaştırıldığını, Marx ve Marksistlerin liberal bir “burjuva devrimi teorisi” ile “yalan” üzerinden siyaset ürettiklerini ileri süren Doğan Çetinkaya’yı ve daha genel olarak bu hatta ilerleyen tarihçiliği eleştiriyor. Kaya, Marx’ın, burjuva devrimi kavramını liberal tarihçilerden aldığı görüşüne karşılık Marx’ın burjuva tarihçilerle ilişkisinin burjuva iktisatçılarla ilişkisinden farklı olmadığını, tarihsel materyalizm yaklaşımının burjuva tarihçilerin eleştirisi üzerinden yükseldiğini vurguluyor. Ayrıca Marx’la gündeme gelen burjuva devrimi kavramını basit bir şekilde iki sınıfın (burjuvazi-aristokrasi) mücadelesine indirgemenin Marx’ı ele alırken at gözlüğü takmaktan farksız olduğunu, Marx’ın Fransız Devrimi bağlamında emekçi baldırı ve kolu çıplakların (sans culottes, bras-nus), Kudurmuşlar’ın (Enragés) mücadelelerini pekâlâ dikkate aldığının altını çiziyor. Çetinkaya’nın bahsettiği basitleştirilmiş ve şekilsel burjuva devrimi kavramının 19. yüzyıl sonunda Plehanov tarafından Fransız Devrimi bağlamında kurgulanmış bir kavram ve Menşeviklerin doğrusal tarih okuması olduğunu ortaya koyuyor. Sonrasında Çetinkaya gibi burjuva devrimi kavramını reddeden Politik Marksizm ve onun öncü figürü Robert Brenner’in yaklaşımını sorguluyor. Kaya, son olarak, Marx’ın Fransız Devrimi üzerine okumalar yaptığı burjuva tarihçilerin eserleri dışındaki kilit kaynakları da ortaya koyarak tarihsel materyalizme katkısını değerlendiriyor. Bu eleştirel tartışma sonrası, Çetinkaya ve benzer hattı izleyen tarihçilerin şeylerin görünüş biçimleri ile özlerini dolaysız olarak çakıştırdıkları, böylelikle de burjuva devrimi kavramını ve tarihsel materyalizmi tamamen çöpe attıkları, büyük altüst oluşları tarihselleştirmeyi reddettikleri, dolayısıyla burjuva tarihçilerle görünüşleri farklı olsa da özlerinin dolaysız çakıştığı sonucuna varıyor.
Kaya’nın yazısını üç ayrı güncel siyaset yazısı izliyor. Bilindiği üzere yeni geride bıraktığımız 2024 yılı, Ekim 2014’te Kobani dolayısıyla yaşanan halk isyanının 10. yıldönümü idi. Bu olaylar, son dönem tarihimizde, kendisinden yaklaşık bir yıl önce yaşanmış olan Gezi halk isyanı ile birlikte çok önemli bir yer tutar. Ne ilginçtir ki, 10. yıldönümünde Kobani isyanı hemen hemen hiç tartışılmamış, hatta haber olarak bile sadece burjuva medyasında yer almıştır. Sungur Savran, geçen yıl 53-54. çift sayımızda yayınlanan Gezi isyanı değerlendirmesinden sonra, bu sefer, 10. yıldönümü vesilesiyle Kobani isyanını da irdeliyor. Savran, Kobani isyanı konusunda on yıldır “resmî tarih” tarzı bir anlatının yerleştiğini, devletin ve Kürt hareketinin birbirine paralel biçimde Kobani isyanını olduğundan daha önemsiz göstermekte birleştiğini öne sürerek bu anlatıya meydan okuyan delilleri ortaya koyuyor. Savran’a göre, Kobani isyanı Türkiye Kürdistan’ında tarih boyunca yaşanmış en büyük kitle hareketidir. Kürt halk kitlelerinin günümüzde nasıl devrimci bir potansiyel taşıdığını ortaya koymuştur. Hakkıyla incelenmelidir. Savran’ın yazısı “sahici” bir tarihe bir ilk adım olarak okunabilir.
Mehmet Tevfik ise, yazısında, Ürdün’de olası bir depremin ilk emarelerine dikkat çekiyor. Yazı, 7 Ekim 2023’te El-Aksa Tufanı operasyonunun başlaması ve devamında gelen Siyonist soykırım bağlamında, Ürdün’de fay hatlarında biriken gerilimi inceliyor. Eylül ayında gerçekleşen seçimlerin sonuçlarını ve devamında gelen silahlı eylemleri, Ürdün’ün tarihsel bağlamında tartışan yoldaşımız, ülkenin tüm bölgeyi etkileyebilecek sarsıntılara gebe olduğunu vurguluyor ve Ortadoğu devrimcilerini yaklaşmakta olan fırtınaya kulak kesilmeye davet ediyor.
Üçüncü güncel siyaset yazımızda yüzümüzü bu kez Avrupa’ya dönüyoruz. Geçtiğimiz aylarda önce Avrupa Parlamentosu seçimleri, ardından peşi sıra Almanya’nın doğu eyaletlerinde yerel seçimler ve Avusturya’da meclis seçimleri gerçekleşti. Kurtar Tanyılmaz, “Avrupa’da yeni bir Zeitenwende başlıyor” başlıklı yazısında önümüzdeki dönemde gerek Avrupa Birliği’nin gerekse de Alman emperyalizminin politik yönelişi bakımından oldukça önem taşıyan bu seçimlerin sonuçlarını değerlendiriyor. Tanyılmaz, Almanca konuşulan dünyada seçim sonuçlarının bariz bir şekilde milliyetçi ve faşist politik güçlerin yükselişini ortaya koyduğunu belirtiyor ve bunun sorumluluğunun özellikle sol reformist partilerin ve sendikaların izlediği “sosyal diyalog” diye adlandırılan sınıf işbirliği politikasında yattığının altını çiziyor. Yazar, ön faşist AfD ve milliyetçi sol BSW gibi partilerin son dönem yükselişinin de, her ne kadar bu partiler aslında Alman burjuvazisinin o ya da bu kesimlerinin farklı ihtiyaçlarını temsil ediyor olsalar da, Alman emekçi sınıfının ve küçük burjuvazinin geleneksel kesimlerinin mevcut koşullardan duydukları hayâl kırıklığının bir ürünü olduğunu vurguluyor. Almanya başbakanı Scholz’un dile getirdiği “Zeitenwende” (dönüm noktası, milat) kavramının Alman emperyalizminin kendi açmazlarını çözmek üzere izlediği politik yönelişin bir ifadesi olduğunu ve Alman burjuvazisinin dünya çapında yeniden bir askeri güç olma hedefinin bedelini, savaş ekonomisiyle, kemer sıkma politikalarıyla, Alman ve Avrupa emekçi halklarına ödetmeye hazırlandığını belirten Tanyılmaz’a göre, sınıf mücadelesinin daha da sertleşeceği bu koşullarda tek tutarlı ve gerçekçi çözüm Avrupa işçi sınıfını ve ezilen halklarını en kısa zamanda faşizme karşı bir “birleşik emek cephesi” etrafında örgütlemekten geçmektedir.
Yeni sayımız bunların ardından iki önemli çeviri ile devam etmekte. Michael Roberts, Yayın Kurulu üyemiz Özdeniz Pektaş’ın dilimize kazandırdığı “Modern Para Teorisi’nin Sihirli Değneği” başlıklı yazısında, son yıllarda özellikle Amerikan ve İngiliz reformist solunda yaygınlık kazanan ve ülkemizde de kendisine taraftar bulan Modern Para Teorisi’nin eleştirisini yapıyor. Yazara göre, devletin, ihtiyaç duyduğu kadar para basarak, devlet dışı ekonominin üretken faaliyetlerine özellikle de kapitalist sektörün kârlılığına müdahale etmeden tam istihdamı başarabileceğini iddia eden bu teori, emeğin kâr amaçlı sömürüsü üzerine kurulu sosyal ilişkileri göz ardı eder ya da gizler. Ne kapitalist birikim sürecinin sarsıntılarından ne sosyal yapının radikal dönüşümünden söz eder. Böylece yalnızca işçi hareketini gerçek ve kökten bir değişimden uzaklaştırmaya yarar.
İkinci çevirimiz ise önemli bir Marksist iktisatçı olan Guglielmo Carchedi’den. Carchedi bu makalesinde, Marksist bilgi kuramına katkıda bulunmayı hedefliyor. Bilgi toplumu ve dijital kapitalizm gibi kavramlara alternatif olarak, internetteki bilgi üretimini sınıf savaşının bir alanı olarak tartışan Carchedi, bilgi ontolojisini ve bilginin toplumsal boyutunu bir araya getiriyor. Bu süreç içinde geride bıraktığımız 2024 yılı içinde düşünsel tartışmalarda çok önemli bir yer tutan yapay zekâya, aynı yılın sonunda ilk kez işleyen bir kuantum bilgisayarının devreye sokulmasına bağlı olarak yeniden güncelleşen ve epistemoloji (bilgi kuramı) alanında bütün 20. yüzyıl boyunca büyük tartışmalara yol açan kuantum fiziğinin özellikle Kopenhag ekolü yorumuna ve dijital teknolojinin gündeme getirdiği başka önemli ve ileri tartışma konusu oluşumlara Marksizmin tarihsel materyalizmi çerçevesinde ışık tutan sonuçları da okuruna sunuyor.
Devrimci Marksizm Kolektifi üyesi yazarımız Volkan Sakarya, bu sayımızdaki yazısında Hannah Arendt’in Karl Marx’a yönelik, yazıda ayrıntılı bir biçimde ele alınan üç temel eleştirisini, Marx’ın emek, siyaset ve felsefe anlayışlarını diyalektik bir bakış açısıyla ele alarak değerlendiriyor ve Marx’ın Hegel’den devraldığı aufhebung kavrayışı hem “koruma” hem “ortadan kaldırma” anlamlarını içerirken, Arendt’in üç eleştirisinde de bu kavrayışın yalnızca “ortadan kaldırma” yönüne odaklanarak Marx’ın özellikle komünizm tasarımında emek, siyaset ve felsefe üzerine görüşlerini çarpıttığını iddia ediyor.
58-59. çift sayımız, proletarya iktidarının sanat alanına yönelik müdahalelerine dair tartışmaya bir katkı ile devam ediyor. Sungur Savran, 20. yüzyıl Rus romancısı Mihail Bulgakov’un Usta ve Margarita başlıklı romanından esinlenen Amerikan- Rus ortak yapımı filmin Türkiye’de vizyona girmesi vesilesiyle yazdığı yazıda, Marksizmin proletarya diktatörlüğünün edebiyat ve sanat eserleri karşısındaki tavrına ilişkin tutumunu ortaya koymayı hedefliyor. Stalin ve onun edebiyat-sanat alanını düzenlemek üzere görevlendirdiği Jdanov gibilerinden farklı olarak Lenin ve Trotskiy’in sanat eserlerine geniş bir özgürlük tanımaya yatkın olduğunu ortaya koyan Savran, Marksizmin insanlığın sanat-edebiyat alanında ortaya koyduğu en verimli eserlere hep büyük değer biçmiş olduğunun altını çiziyor. Savran, Trotskiy’in Fransız sürrealist şairi André Breton ve Meksikalı duvar ressamı Diego Rivera ile birlikte imzaladığı “Bağımsız Bir Devrimci Sanat İçin Manifesto”nun öyküsünün, Marksizmin sanat alanında özgürlüğe dayanan yaklaşımının özünü ortaya koyduğunu ifade ediyor.
Geçtiğimiz yıl Paul Marlor Sweezy’nin ölümünün 20. yılı idi. 20. yüzyılın Marksist iktisatçıları arasında seçkin bir yere sahip olan Sweezy’yi bu vesileyle anmak için Devrimci Marksizm olarak bir dosya hazırladık. Sweezy 20. yüzyılın neredeyse tamamını yaşamış biri. 1910-2004 yılları arasındaki uzun hayatında, çok etki yaratan kitaplar yayınladı, sayısız konferans ve makale ile genç kuşaklara erişti, Monthly Review dergisi aracılığıyla Marksizmin sesini en başta kendi memleketi olan Amerika Birleşik Devletleri’nin aydınlarına ve işçilerine, ama onun çok ötesinde dünyanın hemen hemen her yerinde gönlü solda olan milyonlarca insana taşıdı. En çok okunan kitaplarından biri olan Kapitalist Gelişme Teorisi (The Theory of Capitalist Development) ilk kez 1942’de yayınlandığına göre, o tarihten itibaren Marksist iktisat alanında 60 yıla yakın bir süre boyunca (son yıllarında zorunlu olarak istirahate çekilmişti) dünya çapında bir etki yarattı, birçok genç iktisatçıya esin kaynağı oldu. Sweezy’nin, kendisiyle birlikte Monthly Review dergisini yöneten Paul Baran, Harry Magdoff, Leo Huberman gibi Marksistlerle birlikte, Monthly Review okulu olarak bilinen özel bir ekol oluşturduğunu vurgulamak gerekir. Bu ekolün en önemli özelliği, 20. yüzyılın ilk yarısında anaakım makroekonomi alanında bir devrim yaratmış olan burjuva iktisatçısı John Maynard Keynes’ten ileri derecede etkilenerek 20. yüzyılın ikinci yarısının dünya kapitalizmini “eksik tüketimci” bir perspektiften yorumlamasıydı. Ancak Monthly Review’nun 20. yüzyılın ikinci yarısında Marksizme asıl büyük katkısı, teorik çerçevesinin doğruluğu konusunda yapılacak tartışmalardan bağımsız olarak, emperyalizmin dünya çapında yarattığı eşitsizlikler, azgelişmiş ülkelerin yaşadığı sefalet ve emperyalist yağma ve baskı mekanizmaları konusundaki son derece kararlı ısrarıdır.
Dosyamızın başında yoldaşlarımız E. Ahmet Tonak ile Sungur Savran’ın Paul Sweezy ile 1986 yılı baharında gerçekleştirdiği ve hem 11. Tez dergisinin Ekim 1986 tarihli 4. sayısında hem de Monthly Review dergisinde yayınlanmış olan görüşme yer alıyor. Dosyanın diğer yazıları Türkiye’nin çeşitli Marksist iktisatçılarının Paul Sweezy hakkındaki düşüncelerini içeren yazılarından oluşuyor. Bunlardan ilk ikisi, Korkut Boratav’ın ve 2013’te yitirmiş olduğumuz yoldaşımız Nail Satlıgan’ın, Sweezy’nin ölümünün ardından İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin mezunlar cemiyetinin (İFMC) dergisi olan İktisat Dergisi’nde yayınlanmış yazılardır. Bu iki yazının dışında, Sweezy görüşmesini yapan E. Ahmet Tonak ve Sungur Savran yoldaşlarımızın da birer yazısıyla dosyayı tamamlıyoruz.
58-59. çift sayımız, dergimizde ilk kez yazan Duygu Ergün’ün kitap tanıtımı yazısı ile noktalanıyor. Ergün, Yayın Kurulu üyemiz Sungur Savran’ın Türkiye yakın tarihinin Marksist analizi anlamında bir başyapıt olan eseri, Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri’nin ikinci cildini konu alan yazısında Savran’ın devrimci Marksist bir perspektifle ele aldığı eserinin, incelediği tarihsel olayların da ötesine geçerek sosyalist mücadelenin geleceğine ışık tuttuğunu söylüyor. Ergün’ün çalışması, Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri’nin ikinci cildini okumayı planlayan okurlarımıza kitabın izleğine dair nitelikli bir harita sunuyor.
Yeni sayılarda, yeni mücadelelerde ve umarız ki daha güzel günlerde görüşmek dileğiyle…