You are here

Devrimci Marksizm 57

Bu sayı

Devrimci Marksizm dergisinin 57. sayısı çıkarken, Üçüncü Dünya Savaşı belki de hiç olmadığı kadar yaklaşmış bulunuyor. Dergimizin bu sayısı da, alışıldığı üzere, içinden geçtiğimiz bu kriz sürecini anlamak ve aşmak için bir dizi önemli yazıyla karşınıza çıkıyor.

Dünya savaşı riskini canlı tutan krizin merkez üssü 7 Ekim’den bu yana Ortadoğu. Filistin direniş örgütlerinin 7 Ekim’de Hamas’a bağlı El-Kassam Tugayları’nın başlattığı taarruz ve ardından Siyonistlerin yedi düvel emperyalistin desteğiyle Gazze’de bir soykırıma girişmesi dünya siyasetinin merkezine oturdu. Siyonist İsrail’in altı ay boyunca tüm gücüyle sürdürdüğü caniyane savaş sonrasında dahi Filistin direnişini yok etmeye yaklaşamamış olması, özellikle Batı dünyasında dinmek bilmeyen eylemlerle birleşerek emperyalizmi ve Siyonist İsrail’i zora sokuyor. Filistin direnişini çok aşan askerî kapasiteleriyle Lübnan Hizbullah’ının ya da İran’ın savaşa girmesi ihtimali hem emperyalizmi tedirgin ediyor hem de dünya savaşı ihtimalini her an canlı tutuyor. Nitekim çok daha sınırlı bir askerî kapasiteye sahip olan Yemen Ensarullah’ının (Husiler) ve Irak’ta başta Kataib Hizbullah olmak üzere İran’a yakın örgütlerin savaşın ilk aylarında yürüttüğü yıpratma savaşının hem dünya ticareti hem de bölgedeki ABD üsleri üzerindeki etkisi dahi, daha büyük güçlerin savaşa girmesinin yaratabileceği sarsıntının büyüklüğüne delalet. Son olarak Siyonist İsrail’in tüm diplomatik teamülleri hiçe sayarak Şam’da bulunan İran Büyükelçiliği’ni bombalaması ve bir dizi İranlı komutanı öldürmesi ve bunu izleyen büyük ölçekli fakat vereceği zarar minimize edilmiş İran misillemesi de savaşın genelleşmesine ne kadar yakın olduğumuzu gösterdi. Savaşın bu cephesi konusunda dünya solunun kafa karışıklığı sürerken, Devrimci Marksizm’in bu sayısında yer verdiğimiz Filistin Meselesi dosyamız, Filistin davasına gönül verenlerin, devrimcilerin, devrimci Marksistlerin emperyalizm karşısında ihtiyaç duyduğu berraklığa katkıda bulunma niyetinde.

Filistin ve Ortadoğu, emperyalist saldırganlığın ve dünya çapındaki fay hatlarının merkezine yerleşmiş olsa da, Ukrayna’da süren Rusya-NATO savaşı yakıcılığını kaybetmiş değil. 2023 yazındaki Ukrayna taarruzunun büyük bir hezimetle sonuçlanmasının ardından cephede askerî inisiyatif Rusya’nın eline geçmiş durumda. Geçen yazdan bu yana Rusya başta Avdiyivka olmak üzere bir dizi taktik kazanım elde etti. Daha önemlisi ise, emperyalizmin içinde Ukrayna konusunda çelişkiler baş göstermiş ve bunun en somut göstergesi olarak ABD’den Ukrayna’ya askerî yardım aylar süren kesintinin ardından ancak büyük zorluklarla tekrar başlamış vaziyetteyken, Ukrayna ordusunun dağılma emareleri göstermesi. Bu savaşta kritik bir önem taşıyan topçu atışlarında Rusya, özellikle Kuzey Kore ile yapılan antlaşmalar sonrası mutlak bir üstünlük kurmuş durumda. Ukrayna genelkurmayının, biraz da Batı ülkelerini korkutup yardımları hızlandırmak amacıyla yaptığı uyarıya göre cephede kullanılan top mermisi oranları Rusya lehine 10’a 1’e yaklaşıyor. Bu dengesizlik, Ukrayna’nın Rusya’ya göre çok daha sınırlı olan asker kapasitesine de ağır bir darbe vuruyor. Ukrayna’da seferberlik yaşının 27’den 25’e çekilmesi bunun son göstergesi. Kendini böylesi avantajlı bir durumda bulan Rusya’nın ise, yakın zamanda Ukrayna cephesini belli noktalarda çökertebilmek umuduyla büyük bir taarruza geçmesi bekleniyor. Bu taarruzda Ukrayna cephesi çökerse buna dünya emperyalizminin ne karşılık vereceğini kestirmek güç. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un açıkça Ukrayna’ya asker yollamaktan bahsetmeye başlaması, emperyalist ülkelerin en azından bir kanadının Rusya’ya karşı el arttırarak cevap vermeye yatkın olduğuna işaret ediyor.

Geleceğin dünya savaşının olası diğer cephelerinde henüz sıcak savaş başlamamış olsa da bir dizi bölge için için kaynıyor. Amerikan Başkanı başemperyalist Joseph Biden’ın Filipinler Devlet Başkanı Ferdinand Marcos ve Japonya Başbakanı Fumio Kişida’yı aynı gün Beyaz Saray’da ağırlaması ve Filipinler’i savunmaya hazır olduklarını açıklaması, Güney Çin Denizi’nde Çin’i kuşatmak için güdülen birleşik cephe politikasının ürünleri. Diğer taraftan, 2023 yazından sonra nispeten gündemden düşse de Batı Afrika emperyalizmin askerî değilse de ciddi siyasi yenilgilerine sahne oluyor. Burkina Faso, Mali ve Nijer’de Fransa karşıtı siyasi güçler darbe yoluyla iktidarı almıştı. Bunlardan sonuncusu olan Nijer’de yeni iktidarı devirmek isteyen Fransa’nın bir karşı darbe girişimi ise boşa düşürülmüştü. Aynı dönemde konuşulan Fransa’nın bir askerî müdahalesi ihtimali ise, böylesi bir müdahale için gereken hava sahasını Cezayir’in açmayacağını belli etmesi ve daha büyük bir domino etkisinden çekinen ABD emperyalistlerinin Fransa’yı ikna etmesiyle masadan kaldırılmıştı. Şimdi, Fransa’nın Batı Afrika’daki son büyük kalesi olan Senegal’de Fransız uşağı Macky Sall, büyük halk eylemlerinin ardından gelen bir seçimle, iktidarını daha kısa süre önce hapiste bulunan Fransız emperyalizmi karşıtı Bassirou Faye’ye bıraktı. Batı Afrika’daki Fransız üsleri bir bir kapatılıyor ve bu durum İncirlik ve Kürecik utancını alnında bir leke olarak taşıyan memleketimize örnek teşkil ediyor. Bir zamanlar Amerika’nın arka bahçesi olan Latin Amerika’nın anti-emperyalizmin kalesine dönüşmesine benzer bir şekilde, Fransa’nın arka bahçesi Batı Afrika’nın anti-emperyalizmin ön cephesine yürüyüşüne tanıklık ediyoruz. Bu durumdan huzursuz olan Fransız emperyalizminin karşı hamlelerine ise hazır olmak lazım.

Ortadoğu’daki devrim ve savaş dinamiklerinin tam merkezinde bulunan Kürt halkına yönelik sömürgeci baskılar ve direniş de kritik bir eşikten geçiyor. 1984 Eruh ve Şemdinli baskınlarının kırkıncı, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ise yirmi beşinci yılında, Kürt halkına yönelik zulüm Türk işçisinin bağrında da bir yara olmayı sürdürüyor. Kürt politikasını Genelkurmay’a ve MHP’ye teslim etmiş olan Erdoğan, zaman zaman yeni bir petrol açılımı için havayı koklamaktan da geri durmuyor. Erdoğan ile el ele kol kola hareket eden Barzani ve KDP taraflarının 2023 Amed ve 2024 İstanbul Newroz’larındaki provokasyon girişimleri de Türkiye’deki Kürt hareketini tasfiye politikasında olası enstrümanlar olarak Kürt işbirlikçilerin oynayabileceği rolü hatırlatıyor. Türkü Kürde düşman etme politikası, Türk işçisine sadece ülkenin emekçi halkını bölerek zarar vermiyor, aynı zamanda Kürt hareketini emperyalizm ile gitgide stratejikleşen bir ittifaka iterek, emperyalistlerin de elini güçlendiriyor. Kürt hareketinin benimsediği emperyalizm ile artık stratejik hale gelen ittifak politikası ise, hem Kürt halkı ile Türk ve Arap halkları arasında kalıcı husumet ilişkilerine yol açıyor hem de başta Afrin olmak üzere defalarca gördüğümüz üzere, Kürt mücadelesini Türkiye’nin NATO müttefiki ABD’nin eline bırakarak, Kürt halkını da yenilgiye mahkûm ediyor.

Kürt sorunu aracılığıyla iç politikaya doğru adım atmış bulunuyoruz. Nisan 2024 yerel seçimleri büyük bir sürprizle sonuçlandı. AKP ve Erdoğan ilk kez bir seçimden birinci çıkamadı. CHP beklenmedik bir şekilde birinci parti olurken, Yeniden Refah Partisi (YRP) de DEM Parti’nin, MHP’nin ve İYİ Parti’nin önünde üçüncü parti haline gelip biri büyükşehir olmak üzere iki şehrin belediyesini kazandı. İstibdadın Mehmet Şimşek eliyle yürüttüğü İMF’siz İMF programının ve Gazze’deki soykırıma rağmen İsrail ile sürdürülen ticarî bağların bu seçim sürprizinin arkasındaki belirleyici faktör olduğu, özellikle Gazze’nin, YRP’nin Anadolu’daki yükselişinde büyük rol oynadığı anlaşılıyor. Halkın istibdada karşı artan tepkisi aşikâr olsa da, CHP’nin seçim zaferi istibdada karşı mücadele edebilecek güçlerin bileğine vurulacak bir pranga olarak kullanılacaktır. Kimileri şimdiden Ekrem İmamoğlu’nun 2028 Cumhurbaşkanlığı seçim zaferi için nefesini tutmaya başladı bile. Özgür Özel’in Beştepe ziyaretinin gösterdiği üzere, CHP bu zaferi istibdada karşı mücadeleyi güçlendirmek için kullanmak bir kenara, yeni Yenikapı ruhunun katığı etme niyetinde.

Başta Kars ve Şırnak olmak üzere Kürt illerinde taşıma seçmenle halkın iradesine el konması ve Kürt halkının bu zulme boyun eğmemesi, ifadesini Şırnak’ta “Konuş sen nerelisin” diye tepki gösteren bir Kürt dedesinde buldu. Seçimin hemen ardından, sadece il belediye başkanlığını değil, şehrin 13 ilçe belediyesinin de tamamını kazanan DEM Parti’nin yüzde 55 ile seçilen Van Büyükşehir Belediye Başkan adayı Abdullah Zeydan’a mazbatasının verilmemesi bu saldırıların seçim sonrasına taşınmasıydı. Ama halkın kitle eylemleriyle verdiği karşılık, iktidar bloğundaki iç çelişkilerle birleşerek şimdilik bu saldırıyı püskürttü ve Abdullah Zeydan mazbatasını aldı. Kürt halkının AKP veya CHP’den açılım beklemek yerine kendi gücüyle, kendi iradesinin tescili için mücadele ettiğinde nasıl bir kudrete sahip olduğunu gösteren bu örnek, yeni kayyımların gelmeyeceğinin garantisi değil. Nitekim Hakkari Belediyesi’ne kayyım atanması, henüz genelleşmemiş olsa da, kayyım saldırılarına karşı her an hazır olunması gerektiğini gösteriyor. Seçim sürecinin Marksist bir analizi ise bu sayımızda Levent Dölek’in “Sınıf siyaseti perspektifinden Mart 2024 yerel seçimleri” yazısıyla yer alıyor.

Levent Dölek Devrimci Marksizm’in 53-54 sayılı İlkbahar-Yaz 2023 çift sayısında “2023 seçiminin sınıfsal analizi” yazısında Türkiye’deki siyasal kamplaşmanın sınıfsal temellerini ele almıştı. Dölek, bu sayımızda “Sınıf siyaseti perspektifinden Mart 2024 yerel seçimleri” başlıklı yazı ile 2023 genel seçimleriyle ilgili yazısında ortaya koyduğu analizi temel alarak 2024 yerel seçimlerine odaklanıyor. Yerel seçimlerin düzen siyaseti açısından sonuçlarını ele alarak sınıf siyaseti doğrultusunda dersler çıkartıyor.

Bu sayımızın ilk dosyası, Filistin sorununu ele alıyor. Dosyanın ilk yazısında Kutlu Dâne, El Aksa Tûfânı ve sonrasında yaşanan gelişmelere dair bazı sık sorulan sorulara yanıt veriyor. Emperyalizme ve Siyonizme Karşı Filistin Dostları’nın sözcülerinden biri olan yazar, önce 9. ayını doldurduğumuz Siyonist soykırımın kısa bir izleğini veriyor, ardından da Filistin direniş örgütlerinin ilk bakışta bir intihar saldırısı izlenimi veren bu hurûcu neden yaptıklarının anlaşılması için Filistin halkının karşı karşıya kaldığı mezalimi farklı boyutlarıyla özetliyor. Ardından, İslamî bir örgüt olan Hamas’ın El Aksa Tûfânı ve sonrasında Filistin tarafının önderliğini elde etmiş olmasının bilhassa sosyalist hareket içinde yarattığı kafa karışıklığına karşı, Hamas’a destek verme meselesini devrimci Marksist bir perspektifle ele alıyor. Dâne’nin yazının son bölümünde dikkat çektiği hususlar, Filistin halkının Siyonist soykırıma karşı verdiği mücadelenin, sadece Filistinliler değil, bölgenin tüm işçi ve emekçileri için yakıcı bir önem taşıdığını bir kez daha hatırlatıyor.

Filistin dosyamızın ikinci yazısı, Filistin solunun önemli bir tarihsel belgesi. Devrim ve İşçiler başlıklı bu metin, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC)’nin kurucusu Corç Habaş’ın henüz 1970 gibi çok erken bir tarihte Amman’daki Cebelu’l-Huseyn mahallesinde 1 Mayıs kutlamaları için toplanan halka yaptığı konuşmanın bir çevirisi. Arapça orjinalinden Türkçe’ye kazandırdığımız bu belgeyi daha önce internet sayfamızda okurlarımıza 1 Mayıs İşçi Bayramı hediyesi olarak 1 Mayıs 2024 tarihinde yayınlamıştık. Habaş konuşmasında Filistin halkının özgürlük mücadelesinde işçi sınıfının merkezî rolüne vurgu yapıyor ve bunun karşısına çıkarları sömürgecilikle bağlı gerici burjuvaziyi yerleştiriyor.

Lenin dosyamızda Lev Davidoviç Trotskiy’in 1926 yılında Britannica ansiklopedisi için yazdığı kısa “Lenin” maddesine de yer veriyoruz. Buradaki metin, Trotskiy’in küçük değişiklikler yaptığı bir versiyon olup 1939 tarihli 14. baskıdan alınmıştır (Britannica maddesinde Lenin’in eserlerinin bir listesi de bulunuyor, fakat bu kısmı alma gereği duymadık). Trotskiy bu yazıda Lenin’in kişisel niteliklerini, hayatını, teorik ve pratik katkılarını özlü biçimde ele almakta ve bütünlüklü bir Lenin portresi çizmektedir. Özellikle genç kuşaklar, sadece bu kısa yazıyı okuyarak bile Lenin’in dehasını ve dünya-tarihsel önemini kavrama yolunda büyük bir adım atabilirler. Bu yazıyı Isaac Deutscher’in ironik bir dille yazdığı çarpıcı bir metnin çevirisi izliyor.

Lenin dosyamızın son yazısında Sungur Savran Nâzım Hikmet’in dünyasında ve imgeleminde Lenin’in nasıl merkezî bir yer kapladığını gösteren bir yazıda Nâzım şiirinde Lenin’e atıfları bağlamına yerleştirerek sergiliyor. Bilindiği gibi Nâzım 19 yaşından 22 yaşına dek Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) okumuş, Ekim devriminin atmosferini solumuş, Marksizmini Lenin’den öğrenmiştir. Bu, Nâzım’ın bütün hayatı boyunca teoriye ve pratiğe bakışını damgalayacaktır. Savran Nâzım şiirinde bu büyük borcun izini sürüyor, Nâzım’ın Ekim devrimini kavrayışından enternasyonalizmine kadar birçok görüşünün bu hayat boyu sürecek etkinin damgasını taşıdığını ortaya koyuyor. Tabii söz konusu olan şiir olduğuna göre, Nâzım’ın yüreğinin büyük öndere nasıl bir kişisel sevgi ile dolu olduğu da ortaya çıkıyor.

Özdeniz Pektaş, ellinci ölüm yıldönümünü arkamızda bıraktığımız Kemal Tahir’in yeniden basılan “Çöküntü” ve “Batılaşma” başlıklı kitaplarını inceliyor. Pektaş’a göre, Tahir’in benimsediği siyasi yönelimi, çağdaş biçimleriyle, liberal ve ulusal solun temel savlarının kendi içinde tutarlı bir bileşiminden oluşuyor. Yazar, bu nedenle, bir dizi sol aydının savunduğunun aksine, Tahir’in Marksist olmadığını ve ufkunun burjuva sosyalizmiyle sınırlandığını öne sürüyor. Diğer yandan, İslamcı ve muhafazakâr entelektüellerce batı/batılılaşma karşıtı, diğer bir deyişle, yerelci bir tutuma sahip iddiasıyla yüceltilen romancımızın aslında katıksız bir batıcı aydın olduğunu da doğrudan kendi ifadeleriyle ortaya koyuyor.

Hasan Refik, İzmir’de gerçekleşen bir etkinlik vesilesiyle, komünist adıyla kendini pazarlayan bir dizi gruba nasıl bir ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini hatırlatıyor. Refik’in yazısı, Dünya Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı için bir araya gelen beş benzemez örgüt içinden bir dizi farklı örneğe odaklanıyor. Çin, Rusya ve Vietnam’a dair küçük değinilerin ardından, Fransa, İtalya, Irak ve Azerbaycan örnekleri üzerinden toplantı bileşenlerinin dünya işçi sınıfına ve mücadeleye atılan genç kuşağa bir şey sunamayacağını gösteriyor. Yazı aynı zamanda, DİP başta olmak üzere devrimci Marksizmin farklı olarak ne önerdiğini de ortaya koyuyor. Geçmişte kaldığı iddia edilebilecek birtakım tartışmalara değil, bugüne, devrim mücadelesine yaklaşıma dair çok somut ve temel farklara işaret ederek, mücadeleye girmek isteyenlere, düşmanı yenmek için elde doğru silahlara sahip olmanın gerekliliğini hatırlatıyor.

Yoldaşımız Sungur Savran’ın yaklaşık bir yıl önce yayınlanmış olan Bir İhtilal Olarak Millî Mücadele başlıklı kitabı, Türkiye sosyalist hareketi ve sol aydınların saflarından epey yoğun bir eleştiri salvosuna hedef oldu. Savran bu sayımızın “Polemik” dosyasında bu eleştirilere cevap veriyor. Yazar önce kitabın hem Kemalizmi yüceltenlerden hem de Kemalizme karşı sol liberallerden (ve onların yedeğinde duran radikal demokratlardan) eşit derecede tepki gördüğüne işaret ediyor. Bir taraf Savran’ı Kemalizmin tarihî rolünü bütünüyle yadsımakla suçlarken öteki taraf onu tek bir cümle kanıt göstermeden “Kemalist” olarak damgalamaya çalışıyor. Savran bunu, kitabın solda 12 Eylül’den beri yerleşmiş ulusalcı sol- liberal sol karşıtlığının rahatını bozmasına, özel olarak da kitabın en önemli katkısı olarak düşünülebilecek olan, bir politik devrim olarak Millî Mücadele ile Mustafa Kemal’in bu devrimde oynadığı rolün birbirinden ayrıştırılmasına karşı duyulan ciddi rahatsızlığa atfediyor. Yazara göre her iki tarafın eleştirileri de şablonculuk, tahrifat ve (bazı eleştirmenler açısından) iftira yöntemlerine başvuruyor. Savran ayrıca soldaki bazı fikir birliklerinin bu vesileyle ortaya çıkmasını sağlıklı görüyor: bir yanda TKP ile Doğu Perinçek’in Aydınlık ekolünün ortaklığı, diğer yanda sol liberalizm-radikal demokrasi cephesiyle Kürt hareketinde bugün hâkim olan düzen içi liberal yönelişin ortaklığı. Yazı bir yandan da son dönemde ağzı bozuk bir yazarın Marksizme “burjuva devrimi yalanı” suçunu işlemiş olduğu gerekçesiyle saldırısının içi boş saldırganlığını teşhir ediyor. Yazıda Aydınlık, SoL Haber, Yeni Yaşam yazarları ile Gün Zileli, Fuat Önen, Orhan Dilber ve Y. Doğan Çetinkaya’nın farklı açılardan eleştirilerine cevap verilmiş oluyor. Ayrıca farklı bağlamlarda Fatih Yaşlı’nın ve Emel Akal’ın katkılarına da değiniliyor. Savran kitabın bir başka boyutu olan Mustafa Suphiler’in katilinin Küçük Talat olduğunun kanıtlanmış olup olmadığı meselesini de bu tarihî gerçeğin ortaya çıkarılmasının Kemalizmin savunulması anlamına gelip gelmediği açısından tartışıyor.

Sonbaharda daha şimdiden hazırlanmış bazı yazılarıyla zengin bir içerik vadeden 58. sayımızda buluşmak üzere iyi okumalar dileriz.