You are here
Devrimci Marksizm 56
Yazılar
Bu sayı
Dergimizin 56. sayısı, Türkiye’de sınıf mücadelelerinin çok önemli bir uğrağında sizlerle buluşuyor. 140 bin metal işçisi, Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) adı altında örgütlü bulunan patronlara karşı haklarını arıyor. Bu satırların yazıldığı Ocak ayı başında MESS’in Türk Metal ve Birleşik Metal-İş sendikalarına götürdüğü teklifler, bu şirketlerin muazzam kârlar elde etmesini sağlayan metal işçilerine sefaleti öneren, enflasyondaki artışın temposu göz önüne alındığında komik denilebilecek düzeydeydi. Hepsi son dönemde kârlarını %100’den fazla arttırmış bulunan MESS üyesi burjuvalar, işçilere TÜİK’in tartışmalı enflasyon rakamlarının dahi altında zam teklifleri ve üç yıllık sözleşme teklifiyle geldiler. Görüşmeler sürerken getirdikleri yeni rakamlar da ne sektörde işçilerin alınteri ile yarattıkları zenginlikle ne de memleketin gerçekleri ile uyumlu. Fabrikalarda metal işçilerinin uyarı eylemleri Ocak ayının ilk günleri itibariyle çoktan başlamış durumda. Sayımız matbaaya girerken, sendikaların grev kararları da ilan edilmiş bulunuyordu. Bu kavgada biz devrimci Marksistlerin safı elbette belli. Devrimci Marksizm’in amacı da, MESS’i ezecek olan işçilere ve işçi sınıfının organik aydınlarına bu mücadelelerini nihaî zafere ulaştıracak en incelikli kılavuzu verebilmektir.
Metal işçilerinin mücadelesinin sadece kendi patronlarına karşı olduğunu düşünmek de yanlış olur. Metal işçilerinin önemli bir kısmının örgütlü olduğu, ancak her daim patronların çıkarlarının bekçiliğini yapan Türk Metal gibi sendikaların bürokrasilerini bir tarafa bırakırsak, sektör patronlarını bu tür komik teklifler verme cüretine sahip olmasını sağlayan esas unsur, patronları grevlerden korumak için inşa edildiği utanmazca açıktan zikredilen bir OHAL rejimi içerisinde mayalanarak bugünlere gelen istibdad rejimidir. Sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması durumunda işçiler grev silahına sarılırlarsa Erdoğan’ın bir karar alarak, “millî güvenlik” gerekçesi ile, üstelik daha önceki Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen grevi yasaklayacağı beklentisi patron kesimine güven veriyor. Keza, Erdoğan’ın bu kararını geniş toplum kesimlerine kabul ettirmek üzere istibdad medyasının arsız bir kampanyaya atılacağı, fabrikaların kapanmasının ülkeyi zaafa düşüreceğinin anlatılıp duracağına da güveniyorlar. Oysa metal işkolu burjuvazisi, kendi kârları doğrultusunda fabrikalarını canının istediği gibi tatil edebiliyor, tedarik zincirlerini bahane edip üretimi durdurabiliyor. O zaman “millî güvenlik” sorunu olmuyor, ama memleketin işçilerinin hakkı için yapılan grev istibdada göre bir beka meselesi oluyor.
Ortada bir beka sorunu varsa, o da işçi sınıfının bekasına dair bir sorundur. Zira var olan koşullarda ayakta kalma mücadelesi veren onlardır. Üstelik, bu sorunun çözümü de grevdedir. Metal işçilerinin içinde bulundukları sefaletten kurtuluşları Türkiye işçi sınıfı tarihinde 1963 yılında grev hakkını grev yaparak kazanan Kavel fabrikası işçilerinin açtığı yoldan yürümekten geçmektedir. Aslında metal işçileri geçtiğimiz dönemde istibdadın bu dayatmalarına prim vermeyeceklerinin işaretini vermiş bulunuyorlar. Bekaert fabrikasında 2022’nin Aralık ayında yaşanan grevde, Erdoğan’ın grev yasağı kararı hemen fabrikaya ulaşmış, ancak bu yasağı çöpe atan işçiler 18 gün süren grevlerinden zaferle ayrılmışlardı. Bu iradenin Ocak 2024’teki mücadeleye yansıması durumunda, sadece MESS sözleşmeleri ve metal sektörü açısından değil, memleketin tüm siyasî gündemi açısından önemli etkilerin açığa çıkacağı öngörülebilir.
Abarttığımız ya da hayal gördüğümüz düşünülmesin. Artan fiyatlar emekçi halkın alım gücünü biçmiş durumda, kiralardaki artış nedeniyle barınma hakkı büyük bir yara almış bulunuyor. Depreme dayanıklı bir barınma olanağına kavuşmak ise açıkça hayal durumunda. Memleketin anayasası istibdad rejimince ayaklar altına alınmış, mahkemeler üst mahkemelerin kararlarını dinlemiyor. Devlet asgarî ücretin tespitinde açlık sınırının inebileceği kadar altına sarkmış bulunuyor. Emeklilerin, çocuklarının maddî desteğine muhtaç hale gelmesine ramak kalmış durumda. Bunların tamamının ve bunlar gibi emekçi halkımızın acilen çözülmesi gereken sorunlarının varlığına karşılık istibdad rejimi el altından hilafet tartışmalarını devreye sokuyor, Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını konuşuyor, memleketin emekçisinin sorunlarını çözmek yerine, işçi sınıfını yeniden reaya haline getirmenin hesaplarını yapıyor. İstibdadın kullanışlı teknokratı Mehmet Şimşek eline sopayı almış, işçi sınıfının en önemli kazanımlarından olan kıdem tazminatına saldırmak için Mart ayındaki yerel seçimlerin geçmesini bekliyor. Metal işçilerinin olası zaferi, bu havayı dağıtmak için gereken ilk itkiyi emekçi halka sağlayabilir. İstibdadın burjuvazinin çıkarları doğrultusunda toplumdaki birtakım yarılmaları kaşıyarak sonuca ulaşma stratejisinin altını bir anda boşaltabilir.
Metal işçileri ilk kıvılcımı yakabilir. Peki sonra? Bugün memleketin dört bir yanından, üstelik sadece geleneksel işçi havzalarıyla da sınırlı olmayan çeşitlilikte köşesinden direniş haberleri geliyor. Pek çok fabrikada sendikalaşma girişimleri başarıyla sürüyor. Kadınlar bilhassa kendi temel hak ve özgürlüklerine yönelik saldırıları kaygı ile izliyor. Kürt halkının geniş emekçi kesimleri hem sınıf sömürüsü hem de ulusal varlıklarının yok sayılmasına dair büyük bir öfke içerisindeler. Yangın bir kez başladı mı kaç mahalle yakacağı belli olmaz. Ülke sınırlarını biraz aştığınızda Filistin’de bir katliam ve emperyalizm ve Siyonizm’e karşı tüm Ortadoğu’yu (Batı Asya’yı) sarmış bir öfke ile karşılaşıyorsunuz. Arap halkları Siyonizme karşı sahiplendikleri Filistin halkına en ufak bir yararı dokunmayan liderlerine diş biliyor. Afrika’nın, Batı Asya’nın, Latin Amerika’nın, Güney Asya’nın yoksulları akın akın kendilerini yoksul bırakan emperyalist ülkelerin kapılarına yığılıyor. Kendi coğrafyalarında oturup açlıktan ölmek istemiyorlar. Anlaşılan, yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar.
Madalyonun diğer tarafındaysa, Avrupa’da ön faşist Meloni iktidarda, Le Pen yükseliyor, ABD’de kapıdan kovulan Trump bacadan girmeye hazırlanıyor. Arjantin’de “deli” lakaplı Milei iktidarda. Emperyalizm Ukrayna’da çıkardığı savaşa on milyarlarca dolar ve yüz binlerce Ukraynalı genç daha dökerek buradaki ateşin sönmemesini sağlama telaşında. İktisadî milliyetçilik yükseliyor. Tablo her an yeni bir dünya savaşına evrilebilir. Yani, yönetenler cephesinde de durum, burjuvazinin 1990’larda başta SSCB sosyalist inşa deneyimleri çöktüğünde ilan ettiği zaferi yansıtmaktan çok uzakta.
Bu manzaraya bakarak umutsuzluğa kapılmamak, aksine, diyalektik bir yaklaşımla geleceğin dünyasının kurulması yolunda fırsatlar ve görevler çıkarmak, ancak Lenin’in dünya siyasetini diyalektik kavrayışını, savaş politikasını ve Cihan Harbi sonrasındaki siyasî izleğini anlamakla olanaklıdır. Sungur Savran’ın büyük devrimcinin ölümünün 100. yılı için yazdığı ve elinizdeki sayının ilk makalesi olan çalışması, Lenin’in devrimci faaliyetinin ikinci dönemini ele alarak bu konuya ışık tutuyor ve önemli sonuçlara ulaşıyor. Savran, Lenin’in teori ve pratiğindeki orijinal yönleri ortaya koymayı ve hayatının son yıllarında geliştirdiği programatik ve stratejik vizyonu tanıtmayı amaçlarken, Lenin’in devrimci faaliyetinin iki ayrı döneme ayrıştırılması gerektiğini ileri sürüyor. İlk dönem Lenin’in adım adım Rus devriminin önderi haline gelişine sahne oluyor. 1914’te ise büyük bir sarsıntı yaşanıyor: İkinci Enternasyonal partilerinin Marksizme ihanetinden sonra Lenin ister istemez dünya devriminin önderliği görevini üstlenmek zorunda kalıyor. Bu andan itibaren büyük devrimci, savaş politikası, Şubat devriminin ardından izlediği devrimci strateji, Komintern’in başarılı inşasında gösterdiği usta önderlik, tarihin ilk kalıcı proletarya diktatörlüğü rejimi olan Sovyet devletinin ayakta tutulması gibi alanlarda verdiği sınavla dünya devriminin önderliğini başarıyla yürütmüş bulunuyor. Ama yazara göre bu ustalıklı stratejik ve taktik adımların ötesinde Lenin son yıllarında dünya devriminin gelişmesi ve zafere ulaşması açısından yepyeni bir programatik ve stratejik vizyon geliştirmiştir. Lenin’in 20. yüzyıl devriminin yoksul köylü toplumlarında ortaya çıkacak anti-emperyalist devrimci atılımların önemine ilişkin öngörüsü, insan toplumlarının modern çağda uluslar olarak örgütlenmiş olması karşısında sosyalizmin enternasyonalist çözümü konusundaki perspektifi ve ulussuz bir devlet olarak Sovyet federasyonunun geleceğin dünya federasyonunun beşiği rolünü görmesine ilişkin yönelişi, geleceğin sosyalist toplumuna ulaşma bakımından çok zengin bir dünya devrimi perspektifi sunmaktadır. Savran, dünya solunun 20. yüzyıl sosyalizminin iflasını 21. yüzyılda tekrar yaşamaması için geleceğin alternatifi olarak Lenin’in enternasyonalizmine sarılmasının elzem olduğunu vurguluyor.
İkinci yazımızda ise Özgür Öztürk, Alan Shandro’nun yoğun teorik kitabı Lenin ve Hegemonya Mantığı’nı değerlendiriyor. Öztürk’e göre Shandro, Lenin’in hegemonya anlayışının teorik ve pratik kökenlerini ve evrimini başarılı bir şekilde incelemektedir. Böyle bir anlayışın ortaya çıkışının bir nedeni o dönemde Rusya’nın tarihsel özgüllükleri ise, bir nedeni de Lenin’in Marksizmi bir eylem rehberi olarak kabul eden kavrayışıdır. Marksist teori kitle hareketlerinden ve değişen siyasal konjonktürlerden öğrenir. Fakat bu önceden verili bir tarzda olamaz. Shandro, iki farklı hegemonya anlayışının (Menşevik ve Bolşevik) nasıl tamamen farklı sonuçlara ulaşabildiğini sergilemektedir. Shandro, haklı olarak, Lenin’in hegemonya mantığının günümüz dünyası için de geçerliliğinde ısrar eder. Öztürk, Shandro’nun yapıtında okuyucuyu bu konuda aydınlatacak somut örneklerin eksikliğine dikkat çekmekle birlikte, son tahlilde, Shandro’nun yapıtının, Lenin üzerine son zamanlarda büyüyen literatüre özgün ve değerli bir katkı oluşturduğunu vurguluyor.
Elinizdeki sayının bir diğer özelliği, Filistin’de artık yüz yılı devirmeye başlamış olan Siyonist etnik arındırma ve katliamların yeni bir doruğa ulaştığı bir dönemde çıkıyor olması. İçinde bulunduğu koşullar karşısında bir varoluş mücadelesine atılan Filistin halkı, Gazze’de aylardır süren bir Siyonist soykırım girişimi ile karşı karşıya kalmış durumda. Oluşturdukları tünel sistemi ile kahramanca direnen Filistinlilere İsrail karadan tanklarla, havadan ise uçaklarıyla saldırıyor. Bu yazının hazırlandığı sırada Filistinlilerin kaybı 22.000’in üzerindeydi.
Bu katliam karşısında, bir yandan Filistin halkının mücadelesine en iyi şekilde destek olmak, İsrail karşısında hiçbir şey yapmayan istibdad rejimini teşhir etmek ve bazı önlemler almaya yöneltmek için eylem ve etkinlikler yaparken, geride bıraktığımız yılın sonlarında raflardaki yerini alan yıllık İngilizce seçkimiz Revolutionary Marxism 2023’de de önemli bir Filistin dosyasına yer vermiştik. Daha sıklıkla ele aldığımız şekliyle, İsrail’in niteliği ve neden Siyonizm’in emperyalizmin mütemmim bir cüz’ü olarak görülmesi gerektiğini açıkladığımız yazılar ve analizler yerine, en az bunlar kadar önemli bir konuyu, yani Stalinizm’in Siyonizm karşısında yalpalayan tavrını ve buna karşı Dördüncü Enternasyonal geleneğinin sağlam duruşunu İngilizce seçkimizden sonra buraya da taşıyoruz.
Söz konusu dosya bunun delillerini ortaya koyan yazılar içeriyor. Bunların ilki, 1947 yılına ait olup, Nekbe’nin hemen öncesinde ve taksîm kararının hemen ardından Dördüncü Enternasyonal’in aynı isimli dergisinde (Quatrième Internationale) editoryal olarak yayınlanan belgedir ve Stalinizmin taksîm kararını destekleyen ve İsrail’in kurulmasına yol açan kararlarının tam aksi istikamettedir. İkinci belge de aynı döneme ait olup, bu kez aynı siyasî pozisyonun Dördüncü Enternasyonal’in Filistin seksiyonu tarafından da ortaya konduğunu gösteren bir metindir. Bunları izleyen ve devrimci Marksistlerin bugünkü tutumlarını gösteren iki metinden ilki Hristo Rakovski Uluslararası Sosyalist Merkezi ve RedMed tarafından Gazze’de süregiden soykırım girişimine karşı hazırlanan açıklama, ikincisi ise Devrimci İşçi Partisi 7. Kongresi’nin almış olduğu Filistin halkının mücadelesine destek kararıdır.
Dergimizde yer verdiğimiz son çalışma, yazarımız Özdeniz Pektaş’a ait olup, son dönemin dikkat çekici konularından özgür olmayan emek tartışmalarına dair önemli bir tablo çizmektedir. Pektaş, kapitalizm ile özgür olmayan emek arasındaki ilişkiye dair yazına hâkim olan üç yaklaşımı (neoklasik-kliometrik, yeni kölelik ve Marksizm) inceliyor. Pektaş’a göre, bu yaklaşımlardan ilki, işçilerin iktisat dışı zora tabi tutulmasını meşrulaştırmayı amaçlarken, ikincisi, yine ilki gibi liberalizmin sınırları içinde kalarak, özgür olmayan emeği ahlaki bir soruna indirgiyor. Pektaş, son olarak, farklı Marksist düşünürlerin söz konusu ilişki üzerine fikirlerini tartışıyor ve bu tartışma ışığında, Türkiye’de mahkûm emeği ve mevsimlik Kürt tarım işçilerini kısaca ele alıyor.
Bir sonraki sayımızda buluşmak dileğiyle.