You are here
Devrimci Marksizm 45-46
Yazılar
Bu sayı
Geride bıraktığımız 2020 yılı, hiç kuşkusuz en çok tüm dünyayı sarsan Koronavirüs pandemisi ile hatırlanacak. 41-42., 43. ve 44. sayılarımızda yer alan bir dizi makale ile ele almış olduğumuz bu salgın, 2008’de başlayan dünya kapitalizminin Üçüncü Büyük Depresyon’unun yarattığı tahribatı derinleştirdi ve sınıfsal eşitsizlikleri çok daha görünür bir hale getirdi. Bir yanda, değil bir yıl, belki de elli yıl bile evinden çıkmasa refahından çok az şey kaybedecek olan bir azınlık, diğer yanda, bir gün bile evinde kalma imkânı olmayan, kapitalistlerin kârlarını sürdürebilmesi için fabrikalara, işyerlerine yollanan milyarlarca insan.
Biliyoruz ki, üretimin ve yaşamın salgınla en etkin mücadele etmeyi sağlayacak şekilde örgütlenmesi ancak planlı ekonomiye dayanan bir işçi devleti tarafından başarılabilir. Kâr oranından başka bir şeyi umursamayan kapitalistlerin rafa kaldırdığı Halk Sağlığı’nı hak ettiği yere, yani toplumsal öncelikler listesinin en başına yerleştirecek olan da bu düzendir. Dünya sosyalist devriminin zaferiyle işçiler salgın dönemlerinde üretimi kolaylıkla ertelenebilecek çok sayıda mal ve hizmeti üretmek için fabrikalara ve işyerlerine yollanmayacak, bu sayede salgınların hızla sona erdirilmesi mümkün olacaktır.
Oysa bugün, kapitalist devletlerin pandemi sürecinin başından beri şahit olduğumuz, aşılama konusunda had safhaya ulaşmış olan ulusal bencilliklerini izliyoruz. Başta ABD ve Avrupa emperyalistleri olmak üzere çok sayıda kapitalist devlet, aşıları üreten firmalardan nüfuslarına yetecek miktarın katbekat fazlasını satın alarak ve/veya ön sipariş vererek dünya nüfusunun büyük bölümünün bu sene içinde aşılanması ihtimalini oldukça zayıflattılar. Fakat bilim bu devletlerin aşı bencilliğinin kendilerini korumayacağını ortaya koyuyor: Tüm dünya aşılanmadıkça, hiç kimse tam olarak güvende değildir. Tek bir mutasyonun aşıları işe yaramaz kılması ihtimali ortadayken, dünyanın üçte ikisinde virüsün hızla yayılması anlamına gelen bu ulusal bencillik hali, açık bir biçimde mantıksızdır!
Türkiye’deki istibdad rejimi ise salgın karşısındaki utanç verici iflasıyla pandeminin tarihinde özel bir yere sahip olacak. Sağlık bakanının halkla paylaştığı vaka ve ölüm sayılarının gerçek sayıların onda birinden az olduğunun ortaya çıkması, bu manipüle edilmiş verilere dayanarak 2020 yılının Haziran ayında “normalleşme” adı altında (zaten yetersiz olan) önlemlerin çoğundan (Turizm bakanının da içinde bulunduğu turizm, hizmet ve sanayi patronlarının kârları için) vazgeçilmesi, halkı doğru bilgilendirmeye ve uyarmaya çabalayan Türk Tabipleri Birliği’ne yönelik saldırılar, bilimin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmasının ve istibdadın pespaye uygulamalarının meşruiyetinin aracı olan Bilim Kurulu, Türkiye’nin tarihine utanç sayfaları olarak geçtiler.
2021’in ilk günlerinden bakıldığında manzara şöyle görünüyor: milyonlarca insanın hastalanmasından ve ölümünden sorumlu olan burjuvazi, pandemi ile birlikte daha da derinleşen kapitalizmin bunalımının faturasını yine işçi ve emekçilere kesmek üzere kollarını sıvıyor. Diğer burjuva iktidarları gibi AKP’nin istibdad rejimi de bunun için elinden geleni yapıyor. 2021 yılı için açıklanan asgarî ücret rakamı, beklendiği üzere yine açlık sınırına denk bir rakam oldu. Üstelik pandeminin başından bu yana gerçekleşen ücretsiz izin uygulaması, çalışanların bir bölümünü fiilen asgarî ücretin altında bir gelire mahkûm ediyor. Emekçiler memleketteki vergi yükünün büyük bir bölümünü üstlenmeyi de sürdürüyorlar. İstibdad rejimi, 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal döneminde olduğu gibi, pandemi dönemini de emekçiler ve ezilenler üzerindeki baskıyı artırmak için kullandı. Pandeminin ortasında yüz binlerce insanı Ayasofya’da namaz kılmak için bir araya getirmekte sakınca görmeyen AKP iktidarı, metal işçilerinin, demokratik kitle örgütlerinin ve son olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde istibdadın atadığı kayyum rektöre direnen öğrencilerin ve akademisyenlerin eylemlerine pandemi bahanesiyle yasaklama getirdi ve saldırdı.
Buna karşın, dünyanın dört bir yanında kitleler pandemi koşullarında dahi mücadeleyi sürdürüyorlar. ABD tarihinin en büyük toplumsal mücadelelerinden biri olan Black Lives Matter (Siyahların Yaşamları Önemlidir) ve Fransa’nın Sarı Yeleklileri ilk akla gelen örnekler. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı bir pulluk gibi ters yüz ettikten sonra duraklayan, ancak 2018’de yeniden sahneye fırlayan Arap Devrimleri bu ay on yaşına girecek. Türkiye’deki işçi hareketleri bu büyük hareketlere nazaran (şimdilik) mütevazı boyutlarda olsa da, pek çok sanayi havzasında iş, ekmek ve sendikal örgütlenme için mücadele sürdürüyor. Türkiye işçi sınıfı, bir yandan her türlü kirli taktiğe başvuran patronlarla, diğer yandan anayasal haklarının gaspına çanak tutan devletle mücadele ediyor. Sendikaların düzenledikleri eylemler sonucunda esnek çalışmayı içeren bir yasal düzenleme meclisten apar topar geri çekiliyor. Soma’da maden işçileri, Ankara yoluna dökülüyor ve hükümeti paniğe sevk ediyor.
Kapitalizm toplumların elini kolunu bağladığı için pandeminin toplumlara vermeyi başarabildiği muazzam hasarı, yine kapitalizmden en büyük yararı sağlayanlara ödetebilmek için bu hareketlerin yarattığı kıvılcımı yangına çevirmek gerekiyor.
45-46. çift sayımız işte böyle bir dönemde çıkıyor. Fakat, önceki iki sayımızdan farklı olarak bu kez pandeminin ekonomi politiğine değinen yazılarla değil, dört önemli tarihsel analizi içeren bir dosya ile açılıyor. Dünyayı değiştirmek için bugünü anlamamız, bugünü anlamak için de tarihimizi bilmemiz gerekiyor. Sömürünün ve baskının bu coğrafyada nasıl şekillendiğini, buna karşı devrimci güçlerin nasıl ortaya çıkıp örgütlendiğini, neleri başarıp nerelerde hata yaptığını derinlemesine öğrenmemiz, tarihsel ve diyalektik maddeci yöntemle incelememiz, dersler çıkarmamız şart. Devrimci Marksizm dergisi, böyle bir anlayışla, geçmişte olduğu gibi gelecekte de dar anlamda “tarihsel” gibi görünen ama aslında bugünümüzü doğrudan ilgilendiren konularda çalışmalar yayınlamayı sürdürecek.
Alp Yücel Kaya “Balkanlar ve Batı Anadolu’da ilk birikimin gelişimi (1839-1914)” başlıklı yazısında, Türkiye iktisat tarihinde bağımsız bir araştırma konusu olarak gündeme gelmeyen bir konuyu, ilk birikimin gelişimini, bir başka deyişle kırsal alanda kapitalist sınıfın gelişimi ve kırdaki üreticilerin mülksüzleşme sürecini tartışıyor. Bu çerçevede küçük köylü işletmelerinin tarımsal yapının temelini oluşturduğunu söyleyen Osmanlı ve Cumhuriyet iktisat tarihi literatüründeki egemen yaklaşımı eleştiriyor, kırsaldaki belirleyici dinamiğin çiftliklerdeki üretim ilişkileri olduğunu savunuyor. Kaya, Balkanlar ve Batı Anadolu’nun yaşadığı kendine özgü ilk birikim sürecini de bu bölgelerde yoğunlaşan çiftliklerdeki sınıf mücadelesi bağlamında inceliyor ve iki aşamayı vurguluyor: 1839-1876 arasında çiftlik sahiplerinin ya Balkanlar’da olduğu gibi ortakçıların toprakbentliğini tesis etmeye çalışması, ya da Batı Anadolu’da olduğu gibi köle emeğine başvurması; 1876-1914 arasında Batı Anadolu’da köle emeği kullanmaya devam ederken her iki bölgede de ortakçılarla birlikte mülksüz/leşmiş hizmetkârların toprakbentliğini aramaları. Kaya’ya göre ilk birikimin 1876-1914 arasındaki ikinci aşamasına asıl damga vuran çiftlik sahiplerinin çiftçilerin geçimlik hakları ve ortak alanlarına taarruza girişmesidir. Yazıda arşiv çalışmasına dayalı olgusal örneklerle gösterildiği üzere çiftlik sahipleri ilk aşamada çiftlikteki beylik arazi üzerinde emek disiplini sağlayamaya çalışmışlar, ikinci aşamada beylik araziyi geçimlik hakların tanımlı olduğu diğer alanlar aleyhine genişletmeyi emek disiplini ile birlikte hedeflemişlerdir. Her iki aşamanın ortak alanlara yansıması farklı olmuş, ilkinde toprakbentlik koşulları bağlamında ortak alan kullanımı kısıtlanmış, ikincisinde ortak alanlar ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Kaya bu mülksüzleşme sürecini ortaya koyarken toprakbent konumuna düşenler kadar çiftliklerinden ihraç edilerek proleterleşenlere de dikkat çekmektedir. Diğer taraftan, Kaya ilk birikimin her iki aşamasında da büyük toprak sahiplerinin sınıf içi çatışmasının belirleyici olduğunu savunmaktadır, her iki aşamayı ele almadan önce de yazısının ilk bölümünü bu çatışmaya ayırmaktadır. Kaya’ya göre sınıf içi mücadele 18. yüzyılla birlikte gelişen ve 19. yüzyılda farklılaşan burjuva fraksiyonları içindeki çiftlik sahipleri arasındadır: 1839-1876 arası burjuva-bürokratlar ile taşra burjuvazisi arasında çiftlik sahipliği üzerinden giden hararetli çatışma hâkimdir; 1876-1914 arasında ise yabancı sermayedarlar, Duyun-u Umumiye, Sultan ve taşra burjuvazisi arasındaki çoklu çatışma. Bu bağlamda Kaya’nın altını çizdiği sonuç kapitalizmin özgür olmayan emek biçimlerini kullanarak gelişebileceğidir. Bu da aslında pek de Balkanlar ile Batı Anadolu’ya özgü değildir, nihayetinde Kaya’ya göre ilk birikim sürecinde belirleyici olan sınıf mücadelesidir.
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının 28-29 Ocak 1921 gecesi Trabzon açıklarında öldürülmesi, Türkiye tarihinin kurucu anlarından biridir. Sungur Savran’ın Millî Mücadele üzerine üç bölümlük yazısının üçüncü ve son kısmı bu önemli tarihî dönüm noktasının 100. yıldönümüne rast geliyor. Savran 1920 yılı sonlarında Mustafa Suphi önderliğinde Bakû’da kurulan Türkiye Komünist Fırkası’nın (TKF) Millî Mücadele içindeki yerini incelediği bu bölüme bir yüzyıldır belirsiz kalmış olan gerçek katilin kimliğini gün ışığına çıkaran bir belgeyi ortaya koyarak giriyor. (Belge ayrıca yazıya Ek olarak veriliyor.) Ancak, Türkiye burjuvazisinin bütün güçlerinin (İttihatçıların, Ankara hükümetinin, Trabzon’un bağnaz burjuvazisinin, Erzurum’un gerici, İslamcı eşrafının vb.) bu cinayete çeşitli derecelerde katılmış olduğunu da vurgulamaktan geri kalmıyor. Savran bundan sonra TKF’nin kongre sonrasında izlediği politikayı eleştiriyor. Ama partinin hatalarının, Komintern Yürütme Kurulu’nun ve onun Doğu dünyasının bütün komünist partilerinin yönetiminden sorumlu olan Şark Şûrası adlı alt kuruluşunun Türkiye’ye ve İslam dünyasına yönelişindeki köklü yanlışların etkisi altında biçimlendiğini de vurguluyor. Savran’a göre Komintern’in özellikle Enver Paşa’yı öne çıkarması çok ağır sorunlara yol açmıştır. Yazar daha sonra Mustafa Suphi ve arkadaşlarının o dönemde izlemesi gereken taktiklere ilişkin düşüncesini de açıklıyor. Savran, bütün hatalarına rağmen Mustafa Suphi’nin yönetimindeki partinin programı, stratejisi, parti örgütlenmesine ilişkin Bolşevik anlayışı ve enternasyonalizmiyle Türkiye’nin devrimci Marksistleri için büyük bir tarihî önder olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtiyor.
Burak Sayım ise, 1917’de başlayan Dünya Devrim Dalgası’nın tarihî ve coğrafî sınırlarının tekrar tartışılmasını öneriyor. Ortadoğu ve İslam dünyasını sarsan büyük mücadeleleri bu devrim dalgasının çerçevesine yerleştiriyor. Yazı, Fas’tan Endonezya’ya, Anadolu’dan Mısır’a kadar bir dizi devrim ve mücadeleyi bu bağlamda tartışırken, Müslüman halkların devrimlerini ve isyanlarını tüm dünyayı sarsan büyük bir dalganın asli parçaları olarak değerlendiriyor.
Dosyanın son yazısı, kırsal ekonomi üzerine yetkin çalışmalarıyla tanınan İngiliz Marksist Tom Brass’a ait. Brass, günümüzün sol teori ve pratiğinde devrimci failliğin ortadan kalkışını ele alıyor ve bunun nedenlerini tartışıyor. Ekim devriminin yüzüncü yılında yazılan makalesinde, devlet iktidarını ele geçirmeye yönelik doğrudan eylemlerin yanı sıra sosyalizmin de gözden yitişinin izlerini sürüyor. Kapitalizme direniş savunulurken, kapitalizmin aşılmasından artık söz edilmediğini tespit ediyor. Bu reformist eğilimi akademideki değişmelere ve özel olarak da akademide “yeni” popülist postmodernizmin yükselişine bağlıyor. Brass’a göre söz konusu postmodernizm, hem köylü ekonomisinin/kültürünün ve sınıf-dışı kimliklerin yüceltilmesine ve böylelikle de daha önce revizyonizmin savunduğu görüşlere geri dönüşe, hem de sınıf analizinin, sosyalist politikanın, devrimci failliğin ve bunlarla yakından ilişkili ilerleme, modernite ve kalkınma kavramlarının terk edilmesine yol açmıştır.
“Sosyalist planlama” konulu akar dosyamızdaysa, geçen sayıda başladığımız bir uzun yazının ikinci ve son bölümünü yayınlıyoruz. Sungur Savran, tam Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çöküşü esnasında kaleme aldığı bu yazıda “Piyasa Sosyalizmi” adı altında kapitalist restorasyonu savunan ideologların görüşlerinin bütünsel bir eleştirisini yaparken bir yandan da ulusal sınırlar içine sıkıştırılan ve bürokratik yozlaşmanın sonuçları ile boğuşmak zorunda kalan bu ekonomilerde merkezi planlamanın tâbi olduğu kısıtlamaları (başlıca kavram olarak “planarşi”ye dayanan) genel bir teorik çerçeveye yerleştirmeyi deniyor. Küba’da Ocak ayı başında kabul edilen piyasa yanlısı, sübvansiyonları kaldıran, ekonomiyi doların etkisine sokacak olan bir dizi karar alınmışken, yani dünyanın dört bir yanında büyük sempati uyandıran tek işçi devleti kapitalist restorasyon tehdidi ile karşı karşıya kalmışken, bu yazı yeniden âciliyet kazanmış olan bir sorunu deşmesi nedeniyle yeniden güncellik kazanmış oluyor. Küba’da kapitalizmin restorasyonu, bu restorasyonu gündeme getirmiş olan yönetim ile diplomatik ilişkilerle geçiştirilecek bir mesele değildir. Bütün dünyanın sosyalistleri Küba’daki geçiş dönemi ekonomisini ve sosyalist planlamayı savunmayı görev edinmelidir.
Bu sayımızın son yazısı, Burak Gürel’e ait. Domenico Losurdo’nun Tarihten Kaçış: Günümüzde Rus ve Çin Devrimleri başlıklı kitabını inceleyen Gürel, Losurdo’nun hem tek ülkede sosyalizm kuramını hem de Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki kapitalist restorasyonu savunarak Stalinizm ile kapitalizm arasında somut bir köprü kurduğunu ortaya koyuyor ve yirminci yüzyılda sosyalizmi yenilgiye sürükleyen ihanetleri ve içinden geçtiğimiz dönemde sosyalizm mücadelesinin önündeki tehlikeleri anlamak isteyenlerin Losurdo’nun kitabını beğeniyle değil ama ibretle okuyabileceğini saptıyor.
Önümüzdeki sayılarda görüşmek üzere …