- English
- Türkçe
You are here
Almanya kekeliyor
Devrimci Marksizm dergisi olarak, 2008’de başlayan dünya ekonomik krizini en başından itibaren, somut verilerin analizi temelinde bir “Üçüncü Büyük Depresyon” olarak tanımlıyoruz. Bu krizin bir yandan devrimci hareketlere ciddi olanaklar sunarken diğer yandan karşı-devrimci (proto-faşist ve faşist) politik güçlerin yükselişinin maddi zeminini oluşturduğunu da uzun süredir vurguluyoruz. 24 Eylül 2017’de yapılan Almanya genel/parlamento seçimi bu tespitimizi bir kez daha, çarpıcı biçimde doğruladı. Emek düşmanı politikaları uzun süredir uygulayan merkez (sağ ve sol) partiler bu seçimde ciddi bir yenilgi aldı. Almanya için Birlik (AfD) adlı proto-faşist parti ise oylarını neredeyse üçe katladı, parlamentoda üçüncü parti konumuna geldi, seçimin en büyük galibi oldu.
Günümüzün önde gelen Marksist iktisatçılarından Michael Roberts’ın Almanya seçimleri hakkında 25 Eylül tarihli yazısının (https://thenextrecession.wordpress.com/2017/09/25/germany-stutters/) çevirisini aşağıda okuyucularımızla paylaşıyoruz. Yazıyı birkaç nedenden dolayı önemli buluyoruz. Birincisi, dünya solunun geniş kesimlerinden farklı olarak, Roberts süregiden krizin büyük depresyon karakterinde olduğunu tespit ediyor (yazarın “resesyon” kavramını “büyük depresyon” gerçeğini yadsımak için değil, depresyon sürecinin içindeki daha kısa dönemli krizleri tanımlamak için kullandığını belirtelim). İkincisi, Alman kapitalizminin öteki emperyalist ekonomilere nazaran daha iyi bir durumda olduğunu kabul etmekle birlikte, krizin etkilerini ciddi biçimde hissettiğini ortaya koyuyor. Üçüncüsü, AfD’nin, sermayenin düşük ücret ve esnek çalışma gibi neoliberal politikalarından ve süren ekonomik krizden olumsuz biçimde etkilenen işçi sınıfının en yoksul ve örgütsüz kesimlerinin hoşnutsuzluğundan yararlandığını ortaya koyuyor.
Roberts’ın solun geniş kesimlerine benzer biçimde, Britanya, Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerde yükselen karşı-devrimci hareketleri tanımlamak için kullandığı “popülist sağ” kavramını ise mevcut durumu anlamak bakımından yetersiz buluyoruz. “Proto-faşist” ve “faşist” kavramlarının söz konusu hareketlerin doğasını ve evrimini kavrayabilmek bakımından daha geçerli olduğunu düşünüyoruz (Sungur Savran’ın bu konuyu ele alan iki yazısını okurlarımıza öneriyoruz: “Faşizm mi, Rabiizm mi?”, Devrimci Marksizm, no: 27, Yaz 2016, s. 19-68; “Çetin görev: İşçi sınıfını ideolojik kindarlıktan geri kazanmak- Trump, Brexit, Le Pen, Erdoğan ve diğerleri üzerine yirmi tez”, Devrimci Marksizm, no: 30-31, Bahar-Yaz 2017, s. 152-167).
***
Almanya’daki genel seçim sert bir sağa kayışa sahne oldu. Merkez sol ve merkez sağın ana partileri olan Hristiyan Demokratlar/Sosyal Birlik (CDU-CSU) ve Sosyal Demokratlar (SPD) oy oranlarında ciddi kayıplar yaşadılar. Başbakan Angela Merkel’in partisi CDU-CSU, 2013 seçimlerine göre %8.5 oranında gerileyerek oyların %33’ünü aldı. SPD ise %5.2 oranında gerileyerek oyların %20.5’ini aldı. Her iki partinin oy oranı da 1945’ten bu yana en düşük seviyede oldu. “Büyük koalisyon”da biraraya gelen bu iki partinin toplam oyu %50’yi zar zor geçti. 2013’te %71 olan seçimlere katılım oranı ise %75’e yükseldi.
AfD Bundestag’a girerken önde gelen partiler bugüne kadarki en ciddi oy kayıplarını yaşadılar
Göçmen ve Müslüman karşıtı, ultra-milliyetçi Almanya için Alternatif (AfD), seçimden en fazla kazançla çıkan parti oldu. 2013’te %4.7 olan oy oranını bu seçimde %12.6’ya yükseltti ve ilk kez Alman parlamentosuna (Bundestag) girmeyi başardı. Küçük burjuva, neoliberal Hür Demokratlar (FDP) ise 2013’te %4.8 olan oy oranını %10.7’ye çıkararak seçimden kazançlı çıkan diğer parti oldu. Sol Parti (Die Linke) önceki seçimle aşağı yukarı aynı oranda (%9.2) oy aldı. Yeşiller’in oy oranı (8.9%) da fazla değişmedi. Yeşiller dâhil olmak üzere solun toplam oy oranı %40’tan daha az, yani 2013’teki seviyenin bile altında.
SPD, CDU ile yeni bir büyük koalisyona katılmayacağını açıkladı. Merkel hükümetinin bir parçası olmaları nedeniyle ciddi darbe aldıkları bu seçimden sonra bu sürpriz değil. SPD’nin en ciddi oy kaybını Batı Almanya’nın işsizlik oranlarının yüksek olduğu bölgelerinde yaşaması işçi sınıfının en yoksul kesimlerinin artık SPD’yi çıkarları için mücadele eden bir parti olarak görmediğini gösteriyor.
SPD, Almanya’nın batısında ekonomik durgunluğun en ciddi, işsizlik oranının en yüksek olduğu bölgelerde en ciddi oy kaybını yaşadı.
Büyük oy kazancı AfD’yi Alman parlamentosunun üçüncü büyük partisi konumuna getirdi. Fransa’daki Ulusal Cephe, Britanya’daki UKIP, İtalya’daki La Liga ve Yunanistan’daki Altın Şafak gibi “popülist” sağ milliyetçi partilerin başarısı, bu Uzun Depresyon sürecinde Avrupa’daki statükonun dağıldığını gösteriyor. Küçük işyeri ve serbest meslek sahibi kişilerin yanı sıra, işçi sınıfının en yoksul ve örgütsüz kesimlerinin (hepsi değilse de) bir bölümü sorunun çözümünü milliyetçilikte arıyor. Durumlarının kötüleşmesinden (sırasıyla) göçmenleri, öteki AB ülkelerine ve büyük sermayeye yapılan yardımları sorumlu tutuyorlar.
Almanlar esasında göçmenlere alışkın. Almanya, ABD’nin ardından göçmenlerin dünyada en fazla tercih ettikleri ikinci ülke. 18.6 milyon Almanın (yani her beş Almandan en az bir tanesinin) aile kökeni ülke dışında. Ancak, Ortadoğu’daki felaket nedeniyle hızlı ve kitlesel mülteci akışının (son iki yılda yaklaşık iki milyon mülteci Almanya’ya geldi) ardından göçmen sorunu büyük bir meseleye dönüştü. Bu mültecilerin büyük bölümü (barınma ve eğitim olanaklarının ve sosyal hizmetlerin hâlihazırda yetersiz olduğu) doğu Almanya’nın en yoksul bölgelerine yerleştirildi.
Söz konusu olan ekonomik bir sorundur; zira SPD ve CDU’nun yaptığı emek piyasası “reformlar”ı Alman şirketleri için yeni ve tam bir yarı-zamanlı çalışanlar kesimi yaratmıştır. Bu, Marx’ın “yedek sanayi ordusu” adını verdiği kesimdir. Bu sayede Alman sanayisi emek gücü maliyetlerini düşük tutabilmiş, Alman sermayesinin kâr oranı 2000’lerin başından küresel finansal çöküşe değin keskin biçimde artmıştır.
Yaygın bir tanıma göre, medyan ücretin üçte ikisinin altındaki ücret seviyesine “düşük gelir” ücreti deniyor. Bugün Alman işgücünün yaklaşık dörtte birlik kesimi “düşük gelir” ücreti alıyor. Bu oran, (Litvanya haricinde) diğer 17 Avrupa ülkesinin tamamından yüksektir. İstihdam Araştırmaları Enstitüsü’nün (IAB) yakın dönemde yayımladığı bir çalışmaya göre, Almanya’da ücret eşitsizliği (özellikle de gelir piramidinin en altındaki kesim için) 1990’lardan beri artıyor. Federal İstihdam Ajansı’nın verilerine göre, Almanya’daki geçici işçilerin sayısı son on yılda neredeyse üçe katlanarak yaklaşık 822,000’e ulaşmıştır.
Almanya’da işsizlerin işgücü içindeki oranının azaltılması, çalışanların reel gelirlerinin düşüklüğü pahasına sağlanabilmiştir. İşsiz kalındığı takdirde düşük işsizlik maaşına mahkûm olma korkusu ile işletmelerin Avro bölgesinin geri kalanına ve Doğu Almanya’ya taşınması tehdidi Alman işçilerini çok düşük ücret artışlarını kabul etmeye zorlarken Alman kapitalistlerinin kârlarını ciddi ölçüde artırmıştır. Almanya’nın kişi başına düşen reel milli geliri 1999’da başlayan Avro bölgesi döneminde neredeyse %30 oranında artarken, aynı dönemde reel ücretler düşmüştür ve bugün 1999’daki seviyesinin altındadır.
Almanya’da reel ücret ve kişi başına düşen reel milli gelir
Ülkenin doğusunda yoğunlaşmış olan bu ucuz emek gücü, son iki yıldır ülkeye gelen çok yüksek sayıdaki mülteci ile doğrudan rekabet halindedir. AfD’nin oyunun esas olarak ülkenin doğusunda göçün göreli olarak düşük seviyede olduğu bölgelerde artmış olması ise (her zamanki gibi) ironiktir. Gördüğünüz gibi, önyargıları ve tepkiyi besleyen şey gerçeklikten ziyade korkudur.
AfD’nin oy oranını en çok artırdığı bölgeler, doğu Almanya’nın en düşük göç oranına sahip bölgeleridir
Bir diğer ironi ise şudur: AfD’nin eşbaşkanı Alice Weidel, yoksul halkın içinden gelen bir popülist değil, bir dönem Goldman Sachs’ta da çalışmış olan bir ekonomist ve finansal danışmandır. Bu bakımdan eski bir borsa simsarı olan UKIP lideri Nigel Farage’a benziyor. Sıradan seçmenleri ile hiçbir ciddi bağı bulunmayan bu sermaye temsilcileri, önyargılara ve yalanlara dayanarak iktidara gelmeye çalışıyorlar.
Seçim sonuçları, ileri kapitalist ülkelerin en başarılısı olan Alman kapitalizminin bile Uzun Depresyon’un ayrıştırıcı etkisinden kaçamadığını gösteriyor. Almanya, AB’nin en kalabalık ülkesi ve (bloğun toplam yıllık gelirinin %20’sini üreten) ekonomik motorudur. Almanya, sanayi üretimi kapasitesini diğer ileri ekonomilere kıyasla çok daha fazla koruyabilmiştir. Sanayi üretiminin Almanya’nın toplam milli gelirindeki payı halen %23’tür. Aynı oran ABD’de %12, Britanya’da %10’dur. Sanayi üretiminin toplam istihdamdaki payı Almanya’da %19’dur. Aynı oran ABD’de %10, Britanya’da %9’dur.
Buna rağmen, bir önceki seçimden bu yana Almanya’nın ekonomik büyüme oranı ABD ve Britanya’dan yalnızca birazcık yüksektir. Ancak, bu düşük büyüme performansı 2013 seçimlerinden hemen öncesine rastlayan kısa resesyona nazaran daha iyidir.
Almanya’nın milli gelirinin yıllık artış oranı
2013 seçiminden bu yana ekonomik bakımdan değişen şey ortalama reel ücretin artış hızının geçen sene (2016) yeniden düşmesidir. 2017 seçimi, tam da Almanların bu düşüşün etkisini hissetmeye başladığı döneme rastlamıştır.
Almanya’da reel ücretin yıllık artış oranı
Başlıca ekonomilerin tamamını etkileyen 1970’lerin küresel kârlılık krizinin sona ermesinin ardından, bir bütün olarak Alman sermayesinin kârlılığı istikrarlı olarak artmıştır. Almanya’da kâr oranlarının gerçek anlamda sıçrayışı ise 1999’da Avro bölgesinin oluşturulmasından sonra yaşanmıştır. 1980’lerin başı ile 2007 arasındaki kârlılık artışının üçte ikisi 1999 sonrasında gerçekleşmiştir. 1999’dan 2008’de patlak veren Büyük Resesyon’a kadar geçen dönemde bölgedeki ortakları zemin kaybederken, Alman kapitalizmi mal ihracatı ve sermaye yatırımı yoluyla Avro bölgesine doğru genişlemesinden önemli ölçüde faydalanmıştır. Ayrıca, Haartz emek piyasası reformları sayesinde Almanya’da üretkenlik artışı ile ücretler arasındaki fark Avrupa’nın geri kalanına göre daha büyük olmuştur.
Almanya’da kâr oranı (Maito)
Almanya’da kâr oranı (AMECO)
Ancak, Büyük Resesyon döneminde kârlılık ciddi oranda düşmüştür ve halen kriz öncesi seviyesinin altındadır. Bu durum, Almanya’nın ekonomik büyüme için son birkaç yılda olduğundan çok fazla çırpınacağını gösteriyor.
Peki şimdi ne olacak? Yeni hükümetin kurulması muhtemelen aylar alacaktır. SPD yeni koalisyona katılmayı şu anda reddettiği için Bayan Merkel’in (CDU, FDP ve Yeşiller’in – sırasıyla- siyah, sarı ve yeşil renkleri nedeniyle) “Jamaika” adı verilen koalisyonu kurmak için çabalaması gerekecek. Bu koalisyonun kurulması kesin değildir. Kurulsa bile önceki hükümete kıyasla muhtemelen çok daha istikrarsız olacaktır. FDP ve CDU, büyük şirketlerin ödediği vergilerin azaltılmasını da içeren daha fazla neoliberal önlemi yürürlüğe koymak istiyorlar. FDP, Avrupa ile daha ileri entegrasyona ve Avro bölgesindeki zayıf ekonomilere mali yardımlara karşı çıkıyor. Yeşiller ise, nükleer enerji üretimine son vermeyi ve diğer çevresel önlemleri hayata geçirmeyi savunuyor. Bunlar FDP açısından kabul edilemez önlemlerdir.
Bu seçim, kapitalizmin “başarısı”ndan duyulan hayal kırıklığının Almanya’da bile giderek arttığını göstermiştir. Kapitalizm Alman sermayesine cömert davranırken işçi sınıfına sofradan düşen kırıntılar kalmıştır. Bu hayal kırıklığı şu ana dek milliyetçiliğe kısmi dönüş yoluyla kendisini ifade etmiştir. Önümüzdeki dört yıl içinde yeni bir küresel resesyon yaşanırsa Alman siyasetinin sözüm ona “istikrar”ı daha fazla çatırdayacak.
İngilizceden çeviren: Burak Gürel