You are here
Devrimci Marksizm 49
Yazılar
Bu sayı
Soğuk geçen bir kışı, bir yanda sınıf mücadelelerinin diğer yanda uluslararası ölçekte önemli gelişmelerin ısıttığı bir dönemde 49. sayımızla okurlarımızın karşısındayız. Bir önceki sayımızla bunun arasında geçen sürede yıllık İngilizce yıllığımız Revolutionary Marxism’in 2021 yılı sayısını yayınladık. Revolutionary Marxism 2021, dünya solunun önemli bir bölümünde kapitalizmin ebediyen ilgası anlamına geldiği düşünülen işçi devletlerinin henüz çok erken aşamalarında ortaya çıkarak içten içe çürümelerine yol açan bürokratik kastlarca yeniden kapitalist ülkelere dönüştürülmesinin, yani yaygın olarak kullanılan adıyla kapitalist restorasyonun otuzuncu yılında, bu süreci analiz eden kapsamlı bir dosya ile yabancı okurlarımızla buluştu. İngilizce bilen okurlarımız hem bu dosyaya hem de sayıda yer verdiğimiz diğer tüm makalelere internet sitemizden ulaşabilir.
İçinde bulunduğumuz günlerde Türkiye’nin dört bir yanında yasal ya da fiilî grevlerin, fabrika işgallerinin ve her türlü mücadelenin sesi yankılanıyor. İşçi sınıfı ülkenin dört bir yanında çoban ateşleri yakıyor. Ocak ayının başlarında metal sektöründe patronların örgütü MESS ve işkolunda örgütlü sendikalar arasında yapılan toplu sözleşmede bir gece yarısı atılan imzaları Çimsataş işçilerinin fabrika işgali ve grevi izledi. Ardından BBC Türkçe çalışanlarının ve Sivas Divriği’de maden işçilerinin grevi başladı. Gebze'de Farplas işçileri sendika üyesi olma haklarını grev ve fabrika işgali ile almaya yöneldiler. Son olarak tüm Türkiye pandemi dönemiyle birlikte artan bir biçimde gıda başta olmak üzere her türlü ihtiyacın karşılanmasında çok önemli bir rol üstlenen motorlu kuryelerin kitlesel eylemlerine şahit oldu. Elbette en az bunlar kadar önemlisi, farklı iş kollarında sayılamayacak kadar yüksek sayıda fabrikadan gelen yeni başarılı örgütlenme haberleri.
İşçi sınıfının mücadeleye atılma temposundaki bu ilerleyişin arka planını İstibdad rejiminin bir avuç patronu ihya ederken emekçi kitleleri yüksek enflasyonla yoksulluğa sürükleyen politikaları oluşturuyor. Bu politikalar, sadece sanayi proletaryası gibi nispeten örgütlü kesimlerde değil, toplumun genelinde de giderek daha büyük bir öfkenin birikmesine yol açıyor. Merkez Bankası, deyim yerindeyse, hortumlandıktan ve ülke yetmiş sente muhtaç hale geldikten sonra, Erdoğan ve İstibdad rejiminin kimyası daha da bozuldu. Bir yandan rejimi oluşturan koalisyondaki çatlaklar daha da derinleşirken, diğer yandan da iktisadî alandaki sıkışmışlık ve bölgede İhvancılığın yenilgisi, Erdoğan'ı ABD emperyalizmi ve bölgedeki müttefikleriyle çok daha iyi ilişkiler kurmaya yöneltiyor. Daha bir sene önce 15 Temmuz'daki rolünden bahsedilerek hakkında İstibdad medyasında ağız dolusu küfür edilen BAE'nin veliaht prensi, artık Ankara'da şatafatlı törenlerle ağırlanıyor. Filistinlilere yönelik Apartheid uygulamaları Uluslararası Af Örgütü tarafından daha yeni, kanıtlarıyla dünya kamuoyuna duyurulan Siyonist İsrail'in cumhurbaşkanının, uzun süren ve aslında arka planına artan ticarî ilişkileri de almış bulunan bir soğukluk dönemini takiben Türkiye'yi ziyareti planlanıyor. Mısır ile ilişkiler düzeltilmeye çalışılıyor ve bu yüzden Türkiye'deki İhvancı Mısır muhalefetinin sesi kısılıyor. Döviz ihtiyacını karşılamak, Körfez petro-dolarlarını ve İsrail'in Filistinlilerden çaldığı doğalgazdan gelecek parayı elde edebilmek için dış politikada daha yeni açılımlar da gelebilir.
ABD'nin çekildiği Afganistan'daki Kâbil Havalimanı’nda yakın zamanda Katar ile birlikte üstlenilen görev bu bağlamda düşünülebilir. Ama çok daha risklisi, birkaç aydır Rusya'nın burnunun dibine NATO'yu konuşlandırmaya çalışan ve bölgede bir sıcak çatışmayı sürekli olarak kışkırtan ABD ve Britanya emperyalizminin çıkarları doğrultusunda Ukrayna'da üstlenilecek görevler olur. Türkiye bu meselede şimdilik sadece etkisi kuşkulu bir arabuluculuk rolünü üstlenme peşine düşmüş durumda. Yine de, Ukrayna'ya satılan SİHA'lar ve Erdoğan'ın Rusya'nın Kırım'a “çöktüğü” ve Türkiye'nin bir NATO üyesi olarak Ukrayna meselesinde “gerekeni yapacağı” türünden açıklamaları, riskin sürdüğünü gösteriyor.
Öte yandan Ukrayna krizi genel olarak bakıldığında emperyalizmin Rusya ve Çin üzerindeki kuşatma politikasının yeni bir aşaması olması anlamında önemli. Emperyalistler daha önce Gürcistan'da denedikleri şeyi bugün Ukrayna'da zorlayarak, bu ülkeyi NATO'nun uç beyliği yapma telaşındalar. Rusya haklı olarak kuruluş amacı kendisine yönelik saldırganlık olan bu örgütün kendi metropollerine neredeyse el bombası atacak bir mesafeye kadar sokulmasına tepki gösteriyor. İster emperyalist ülkelerde, ister Ukrayna'da, isterse de Rusya'da yaşasın, dünya işçi sınıfının çıkarları bu mücadelede emperyalistlerin yenilmesinden yanadır. Fakat ne yazık ki dünya sosyalist hareketinin önemli bir bölümü meseleyi, Rusya’nın da emperyalist bir ülke olduğu yanlış varsayımıyla ABD ve Rusya’nın eşitler arası emperyalizmlerinin bir mücadelesi olarak görüp, Türkiye solunun belirli kesimlerinin Irak savaşı dönemindeki “Ne Sam ne Saddam” politikasının bir benzerini izliyor. Öte yandan Rusya işçi sınıfı da, emperyalizme karşı mücadelesinde, 30. yılına girdiğimiz kapitalist restorasyonun yarattığı zaaflarla karşı karşıya. Putin’in etrafındaki oligarklar için Ukrayna savaşının tırmanmasının getirebileceği emperyalist yaptırımlar, bunların Rus işçilerini soyarak veya ülkenin doğal kaynaklarını yağmalayarak edindikleri ve Batı bankalarında dolar olarak sakladıkları servetlerine halel gelmesine yol açabilir. Bu yüzden Rusya kapitalizminin karşı karşıya kaldığı basıncı hafifleten bir unsur olarak, Avrupa emperyalizminin Rusya'dan satın aldıkları gaza ihtiyaç duyan iki büyük ülkesinin, yani Almanya ve Fransa'nın Biden'ın Ukrayna seferi konusunda yan çiziyor olması önemlidir. Ancak, emperyalistler arası bu gerilimleri mutlak eğilimler, barışçı dış politikalar olarak görmemek kaydıyla.
İçinde bulunduğumuz yıl, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamının, onları idamdan kurtarmak için gerçekleştirdikleri eylem sırasında Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt ve Nihat Yılmaz'ın devlet tarafından katledilmesinin, ve İstanbul’da Ulaş Bardakçı’nın bir cinayete kurban gitmesinin 50. yılı. 49. sayımız, Devrimci Marksizm Yayın Kurulu’nun tüm bu cinayetlerin 50. yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığı metin ile açılıyor. Metin, sosyalizm için verdikleri mücadelede yaşamlarını yitiren bu onurlu ve azimli devrimci önderlerin katillerinin sadece bunların verdikleri mücadeleden ödü kopan Türkiye burjuvazisi ve onun devleti değil, aynı zamanda Türkiye’nin üye oluşunun 70. yılında bulunduğumuz NATO’nun ülkede kurduğu kontrgerilla teşkilâtı olduğunu da vurguluyor. Türkiye’de sosyalist hareketin NATO’ya kafa tutmasının tarihinden örnekler veren yazı, bugün sosyalist hareketin tam da NATO Ukrayna’da Rusya karşısında muazzam bir provokasyona girişmişken 1971 hareketinden aldığı anti-emperyalizm mirasını bir an önce hatırlayarak yaşama geçirmesi gerekliliğini ortaya koyuyor.
Yeni sayımızda ana dosya konumuz "Dijital çağda kapitalizm ve sınıflar". Robotlara, yapay zekaya dayalı dijital teknolojilerin günümüz kapitalizminde niteliksel bir dönüşüme yol açtığı, "kapitalizm-sonrası" diye tanımlanan bu dönemde işçi sınıfının önemini yitirdiği ve sömürü biçiminin de niteliksel olarak farklılaştığı iddiası sol-liberal teorik ve politik akımlar tarafından yıllardır ileri sürülüyor. İşçi sınıfının kapitalizmin "mezar kazıcısı" olarak görülen konumunu yitirdiğinden hareketle söz konusu akımlar, farklı kimlik ve öznelerin üretim alanı dışında verecekleri mücadelelerin de aynı ölçüde dönüştürücü olacağı sonucuna varıyorlar. Biz ise bu dosya konusu ile kapitalizmin günümüz koşullarındaki bazı eğilimlerinden hareketle izlenimci ve abartılı sonuçlara varan bu yaklaşımları Marksizmin sınıf analizi ışığında eleştirel bir gözle değerlendirmeyi amaçlıyoruz. Bu doğrultuda dosyada yer verdiğimiz makaleler, işçi sınıfının kendi içinde nasıl farklılaştığı, bunun günümüzde hangi biçimlere büründüğü ve sınıf mücadelesi açısından taşıdığı olanaklar, söz konusu iddialara olgusal kanıt olarak gösterilen (içinde Google, Facebook gibi dünya çapında firmaların yer aldığı) dijital sektörde sömürünün geçerli olup olmadığı, yine bu sektör içinde payı giderek artan dijital oyunların üretiminde çalışan ücretli yazılım uzmanlarının çalışma koşullarının geleneksel işçi sınıfınınkinden ne ölçüde farklılaştığı gibi can alıcı öneme sahip sorulara cevap arayışının ürünü.
Dosyanın “İşçi aristokrasisini yeniden düşünmek” başlıklı ilk makalesinde Özgür Öztürk, sosyalistler arasında pek fazla tartışılmayan kritik bir konuyu değişik boyutlarıyla inceliyor. Özellikle emperyalist ülkelerde devrimci arayışlar önünde nesnel bir engel oluşturan işçi aristokrasisi olgusunu hem teorik hem de pratik yönleriyle yeniden değerlendiriyor. Öztürk’e göre, Marx ve Engels’teki orijinal haliyle bu tez aslında birbiriyle bağlantılı iki olguyu içerir. Biri “işçi aristokrasisi”dir; sınıfın bölünmüşlüğünü ve ayrıcalıklı üst katman(lar)ın küçük burjuvaziyle hem toplumsal hem politik bakımdan “kol kola” olduğunu ifade eder. Diğeri ise “burjuvalaşan işçi sınıfı” gözlemidir; sömürgecilik–emperyalizm bağlamında ezen ulusun işçilerinin giderek (yine hem toplumsal hem politik bakımdan) burjuvaziye yaklaştığını anlatır. İşçi sınıfının kendi içindeki katmanlaşma hem ulusal hem de uluslararası boyutlarıyla birlikte düşünülmelidir.
Öztürk, daha sonra Lenin’in işçi aristokrasisi kavrayışını değerlendirerek, Marx ve Engels’teki iki boyutun Lenin’de birleştirildiğini öne sürüyor. Bir başka deyişle Lenin’de merkez ülkelerdeki işçilerin tamamının burjuvalaşmasından ziyade, emperyalist aşırı kârlar sayesinde bir kısmının rüşvetle satın alınması söz konusudur. Yirminci yüzyıl boyunca çeşitli farklı Marksist çevrelerden bu yaklaşıma eleştiriler yöneltilecek, merkez ülkelerdeki işçilerin bir bütün olarak reformist bir aristokrasi oluşturduğu iddia edilecektir. Öztürk, kapsamlı bir değerlendirme ile, Tony Cliff’ten Herbert Marcuse’ye, üçüncü dünyacı akımlardan Mark Neocleous, Charles Post gibi Marksistlere dek birçok çevreden yazarların yorumlarını eleştiri süzgecinden geçiriyor ve bu teorik-eleştirel turun ardından, işçi aristokrasisinin günümüzde nasıl düşünülmesi gerektiğini ele alıyor. İşçi aristokrasisi, işçi bürokrasileri, sendikalar, sosyal demokrasi gibi konuları tarihsel bir perspektifte değerlendirerek, özgün bazı formülasyonlar geliştirmeye yöneliyor. Daha sonra da günümüzde dünya işçi sınıfının katmanlaşmasını, geleneksel işçi aristokrasilerinin geçirdiği evrimi, yeni işçi aristokrasisi kesimlerini somut veriler çerçevesinde inceliyor. Bu bağlamda özellikle kamu emekçilerinin konumuna dikkat çekiyor. Öztürk'ün çalışması, bir bütün olarak bakıldığında, merkez ülkelerdeki geleneksel işçi aristokrasilerinin neoliberal dönemde yaşadığı sarsıntının devrimci mücadele açısından yarattığı olanakları tartışıyor.
Dosyanın ikinci yazısında E. Ahmet Tonak, günümüzde yüz milyar dolarlık bir sektör halini almış olan dijital sektörün artı değer üretip üretmediğini Marx’ın değer teorisini kullanarak Facebook örneği üzerinden analiz ediyor. Yazar makalesinde Marx’ın artı değer kavramını ele aldıktan sonra üretken emek ve üretken olmayan emek kavramlarını kullanarak sadece üretken sektörlerin artı değer ürettiğini ifade ederek, üretken firmalar arasında olduğunu belirttiği Facebook’un nasıl olup da kullanıcılarından bir ödeme talep etmeksizin artı değer ürettiğini ayrıntılı olarak inceliyor. Tonak’a göre, Facebook’un ürettiği ürün diğerleri gibi bir metadır, Marx’ın üretken olan ve üretken olmayan emek ayrımı Facebook’un kullandığı emekgücü bağlamında da yapılabilir ve Facebook’un üretken işçilerinin yarattığı artı değer, şirketin kârlarının ana kaynağıdır. Yazar sonuç olarak Facebook ve tüm diğer dijital sektör şirketlerinin, faaliyetleri Marx’ın değer teorisi bağlamında incelenebilecek kapitalist şirketler olduklarını öne sürüyor.
“Dijital çağda kapitalizm ve sınıflar” dosyamızın son makalesinde Ege Latifcan Marksist literatürde pek tartışılmayan bir konu olan dijital oyunları tartışıyor. Çok boyutlu olan bu konuda tartışmaya bir giriş niteliği taşımayı hedefleyen bu yazı, konuyu kapitalizmin emek süreçleri üzerindeki dönüştürücü etkileri üzerinden ele alıyor. Yazar bilgisayar bilimleri ve sanatın kesişim noktasında bulunan bu sektörün bağımsız bir gelişim şansı bulamadan doğumundan kısa süre sonra sermayenin gerçek hakimiyetine girmesi nedeniyle, emek süreçlerinin kapitalizm altında gelişimi açısından adeta bir laboratuvar olduğunu savunuyor. Bu konu yazıda iki boyutu ile ele alınıyor: bir yandan bu sürecin emek süreçlerinin ürünleri, yani oyunlar üzerindeki etkisi, diğer yandan ise onları yapan emekçiler üzerindeki etkisi. Yazı dijital oyunların potansiyel olarak insanlığa sunabileceği katkıları gösterirken, bugün gelinen noktada kârları maksimize etme dürtüsü altında oyunların yaş sınırı olmayan birer kumar makinasına dönüştüğüne işaret ediyor. Bu gelişmeye, üretim sürecinin giderek daha mekanik, küçük parçalara bölünmüş ve önemli tasarım kararlarının neredeyse tamamının küçük bir yönetici grup tarafından verildiği bir ortam eşlik ediyor. Bir yanda emperyalist merkezlerde çalışma koşullarının giderek ağırlaşması, diğer taraftan ise emek yükünün önemli bir kısmının Hindistan, Endonezya ve Malezya gibi ülkelere taşınması, oyun emekçilerinin proleterleşme süreci resmini tamamlıyor.
Dosya dışı yazılarımızın ilki Ulaş Töre Sivrioğlu imzalı. Yazarın “İslam İktisadı Teorisi Eleştirisi” başlıklı makalesi hem uzun bir tarihsel geçmişe sahip bir kuram hem de günümüz dünyasında zaman zaman diğer alternatiflerden bağımsız, müstakil bir model olarak önerilen İslamî iktisadı ele alıyor. Yazara göre İslamî iktisat, kapitalizmin yükselişi ile birlikte bir krize girmiş ve klasik dönemdeki kurallarla bağı giderek daha eklektik olan, daha çok batıdaki gelişmelere refleksler üretmekle sınırlı ve günün ihtiyaçlarına bağlı bir içeriğe kavuşmuştur ve bu durum İslam iktisadının hem "sağ" hem de "sol" yorumlarının ortak paydası olmuştur. Sivrioğlu’nun bahsedilen kuramın günümüz emekçi kitleleri için neler önerdiğini ve işçi hakları gibi konularda neler söylediğini de ele aldığı çalışmasının konu ile ilgili derli toplu, anlaşılır ve bütüncül bir çerçeve sunduğu kanaatindeyiz.
Emre Bayır’ın çalışması ise Darwin’in evrim kuramının Marksist açıdan bir değerlendirmesini yapmaya girişiyor. Bayır, Darwin’in kuramının tarihsel niteliği ve taşıdığı önemi ortaya koyarken, aynı zamanda evrim kuramının Marx ve Engels’in gözündeki yansımasını, bu kuramı devrimci Marksizmin gelişimi için nasıl kullanmaya çabaladıklarını, özellikle Engels’in bu kuram üzerine olan özel ilgisini ve çalışmalarını okuyucusuna aktarıyor. Yazar bunların yanında, yaşadığı çağdaki burjuva toplumsal ve politik fikirlerin ve de İngiliz toplumundaki konumunun Darwin’in üzerinde bıraktığı etkileri de inceliyor. Darwin’in evrim kuramını insanın tarihsel gelişimini açıklamak için kullanırken zaman zaman aşırıya kaçtığını ve bazı hatalı sonuçlara ulaştığını ileri sürüyor.
Sayının altıncı makalesinde Şiar Rişvanoğlu, hiç tartışmasız tarihin en parlak bestecilerinden/müzisyenlerinden birisi olan, 2 Eylül 2021’de kaybettiğimiz Mikis Theodorakis’in müziğini ve politik serüvenini mercek altına alıyor. Theodorakis’in ilk yıllarından başlayarak, devrim niteliğindeki müziğinin köklerini, tarihle, edebiyatla/şiirle ilişkisini, “komünist” kimliğinin müziğine etkisini, süreç içerisinde diyalektik bir biçimde müziğinin toplumsal mücadele ve sınıf mücadelesine etkisini inceliyor. Onun yaşamına damga vuran ve Şili’den Filistin’e uzanan enternasyonalist kimliğini ve Türkiye-Yunanistan halklarının barış mücadelesine katkısını değerlendirmeye açıyor. Bütün bunları yaparken Theodorakis’in süreç içerisindeki politik gelgitlerini, yalpalamalarını da yüzeysellikten ve dogmatizmden uzak, Stalinizmin klasik “kutsama-ihanet” ikilemine karşıt bir perspektifle, tarihsel materyalizmin yöntemleri ile ele alıyor.
Bu sayımızda sosyalist planlama akar dosyamızın yeni bir evresine geçiyoruz. Bu yeni evrede kapitalizmden sosyalizme geçiş ekonomisi üzerine tartışmalarda zamanında çok etkili olan ama daha sonra teorik tartışmaların radarından uzaklaşan bir tartışmaya eğileceğiz. Bu tartışmanın merkezinde sosyalizmin ekonomik inşasına katkısı genellikle ihmal edilen Che Guevara var. Che’nin fikirleri çevresinde Kübalı başka ekonomi uzmanlarının ve bazı Batılı Marksist iktisatçıların (Ernest Mandel ve Charles Bettelheim) katıldığı ünlü Büyük Tartışma’nın ana temalarını okurlarımızın dikkatine sunacağız.
Bu sayının son yazısı işte bu tartışmaya bir giriş niteliği taşıyor. Bu bağlamda İngiliz Marksist araştırmacı Helen Yaffe’nin “Büyük tartışma” başlıklı bir metnini sunuyoruz. Yaffe, Küba ve Latin Amerika ekonomileri üzerine çalışmalarıyla tanınıyor. Yazarın 2009 tarihli Che Guevara: Devrimin İktisadı başlıklı (İngilizce) kitabının üçüncü bölümünün çevirisini sunuyoruz. Başlığından da anlaşılacağı üzere, Yaffe bu kitabında Che’nin iktisadi düşüncesini inceliyor. Bunu yaparken de hem ilgili literatüre hem de birinci elden tanıklıklara başvuruyor. Yaffe’nin kitabı, Che’nin iktisadi düşüncesi konusunda şu ana dek yapılmış en ayrıntılı çalışmalardan biri.
Yayımladığımız çeviri, 1960’ların ilk yarısında Küba’da sosyalist inşa süreci bağlamında cereyan eden “Büyük tartışma”yı Che Guevara ekseninde tanıtıyor. Kuşkusuz bu tartışma Che’nin düşüncesiyle veya Küba ile sınırlı değil. Sosyalist planlamanın temel sorunlarına dair bu tartışma aslında o dönemin Sovyetler Birliği’nde etkileri görülen piyasa yanlısı eğilimlerle Küba’da esas olarak Che’nin temsil ettiği merkezi planlama yanlısı eğilimler arasında yer alıyor. Ayrıca bu salt entelektüel bir tartışma olmaktan da çok uzak. Özellikle 1963-64 yıllarında Küba’da ekonomik yapılanmayı ikiye bölen bir kutuplaşma söz konusu. Bir yanda Sovyet kökenli “Ekonomik Muhasebe” yahut “Oto Finansman Sistemi” diye bilinen sisteme göre yönetilen işletmeler var, diğer yanda da Che’nin “Bütçe Finansman Sistemi” adı altında geliştirdiği merkezi planlama yaklaşımına göre yönetilenler. Dünya sosyalist kamuoyunda gereği kadar bilinmeyen Bütçe Finansman Sistemi, aslında Che’nin Marksizme çok önemli bir başka katkısını oluşturuyor. Dergimizin önümüzdeki sayılarında da bu “Büyük Tartışma” ile ilgili metinlere yer vereceğiz.
Önümüzdeki sayıda, o çıkana kadar da mücadele alanlarında bir araya gelmek üzere…