- English
- Türkçe
You are here
SSCB, ulussuz bir uluslar federasyonu: Sosyalizme geçiş için en uygun biçim
25 Aralık 1991 Sovyetler Birliği’nin çöktüğü ve dağıldığı gündü. O günün yıldönümünde Sungur Savran yoldaşımızın “Sovyetler Birliği’ni Kim Yıktı?” başlığıyla 2016’da çöküşün 25. yıldönümü vesilesiyle yayınlanmış bir makalesine sütunlarımızda yer vermiştik. 30 Aralık 1922 ise aynı devletin kuruluşunun yıldönümü idi. Bu vesileyle bu tarihin yıldönümünü yaşadığımız bugün yine Sungur Savran’ın Kasım 2021’de Rusya’da Leningrad’da (bugün Petersburg) düzenlenen bir konferansa sunduğu bir bildirinin kelimesi kelimesine yapılmış tercümesini Türkçede ilk kez yayınlıyoruz.[1]
Bu konferansın başlığı bir soru biçiminde bir alternatif ortaya koyuyor: “Sovyetler Birliği: Geçmişe Özgü Bir Alternatif mi, Yoksa Geleceğe Yönelik Stratejik Bir Proje mi?” Bizim bildirimizin iddiası, Sovyetler Birliği’nin birçok bakımdan geleceğe yönelik stratejik bir proje olduğudur. Bize ayrılan on beş dakikada bu iddianın sadece bir yönüne bakabileceğiz: Bu kısa süre içinde, zorunlu olarak şematik bir biçimde, SSCB’nin bir devlet olarak aldığı, belirgin bir diyalektik karakter taşıyan özel ulusal biçimin, geçmişte sosyalizme geçiş için en uygun biçim olduğunu ve gelecekte de öyle kalacağını göstermeye çalışacağız.
Bu süreçte, SSCB’nin bir devlet biçimi olarak, modern çağdaki ulus-devlet biçiminden devrimci bir kopuşu temsil ettiği fikrini savunacağız. SSCB, modern çağda, bir ulusun veya en azından daha sonra tarihsel gelişme sonucunda bir ulusun adı haline gelecek olan bir coğrafi konumun adını taşımayan ilk ve şimdiye kadarki tek devlettir. Sözü edilen ikinci türün en belirgin örneği Amerika Birleşik Devletleri’dir. Sovyet devletinin adında bu tür bir ulusal aidiyet mevcut değildi ve bu da onu modern ulus-devlet sistemi içinde istisnai kılıyordu. İddiamız odur ki bu durum, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da proletaryanın devrim sonrası proleter devlet bağlamında ortaya çıkan durumuyla uyum içindedir: onların söylediği gibi “proletarya kendisi ulusaldır ama kelimenin burjuva anlamında değil.”
Bu tümüyle yeni devlet tipi, Lenin’in dehasının ürünüdür, Lenin 1922 yılı boyunca Sovyet devletine bu özel biçimi kazandırmak için son bir savaş vermek zorunda kalmıştır. Bu, onun son zaferi olacaktı. Ancak 20. yüzyılın geri kalan kısmındaki gelişmeler bu özel devleti sahip olduğu büyük potansiyelden yoksun bırakacaktı. Ve bugüne kadar çok az Marksist bu özel devlet biçiminin hem geçmişte hem de günümüzde ne kadar özel ve önemli olduğunun farkına varmıştır.
SSCB, doğuştan büründüğü özel biçimiyle Lenin’in bir eseri olduğu için biz de onu burada Lenin’in ulusal soruna yönelik çok özel yaklaşımının bir sonucu olarak ele alacağız. Lenin’in ulusal soruna yaklaşımının baştan sona özgün olduğunu, hatta bazı bakımlardan Marksistler arasında benzersiz olduğunu ileri sürüyoruz. Lenin’in bu yaklaşımı, hâlâ tam olarak kavranamamıştır.
Şimdi, mesele tamamen diyalektik bir karaktere sahip olmasına rağmen, zorunlu olarak şematik tarzda bir dizi önermeye geçeceğim.
Önerme I. Lenin’de ulusal sorun diğer Marksistlerden tümüyle farklı bir içerik kazanır. Marx’a göre, uluslar arasındaki ilişkiler gibi hassas bir sorunun doğru bir biçimde ele alınması, özellikle de uluslar arasında açık bir ezme-ezilme ilişkisinin bulunduğu durumlarda, proleter devriminin başarıyla gerçekleştirilmesinin ön koşuluydu. İrlanda sorununa yaklaşımına ve İngiliz devriminin İrlandalıların ulusal kurtuluşuna bağlı olduğu konusundaki ısrarı bunun açık kanıtıdır. Marx sonrası Marksistler için ulusal sorun çok daha düşük bir önem taşıyordu: Çoğunluk, ulusal sorunu burjuva demokratik haklar evrenine ait bir sorun olarak görüyordu. Lenin sorunun bu yönünü hiçbir zaman inkâr etmedi, ama özellikle Cihan Harbi sırasında, daha kesin olarak 1916’da yayınlanan üç eserinde, ulusal sorunu giderek daha fazla sosyalist inşa süreci, yani kapitalist toplumdan sosyalizme geçiş süreci çerçevesine yerleştirdi. Aşağıda bunların hangi üç eser olduğuna değineceğiz.
Önerme II. Bu durum, 1916’dan ölümüne kadar “Uluslar nasıl birleşip kaynaşacak?” ve bunun bir sonucu olarak “Ulusal baskı nasıl aşılacak?” sorularında ifadesini bulmuştur. Marksistlerin ezici çoğunluğu için ulusal soruna ilgi, ulusun modern bir olgu olarak yükselişinin önkoşullarının, feodalizmin çözülmesinde ve kapitalizmin yükselişinde oynadığı rolün ve dünya ekonomisinin oluşumuyla birlikte aşılmasının analizi anlamına geliyordu. Lenin, çoğu Marksistin ulusun aşılması meselesinde benimsediği otomatizmi reddediyordu. İşte 1916 tarihli Emperyalist Ekonomizm Marksizmin Bir Karikatürü adlı eserinde Pyatakov ve Buharin ile girdiği tartışmada ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunurken söyledikleri:
… Kievski, özel konusu açısından merkezî sorunun kenarından dolaşıyor: Biz Sosyal Demokratlar ulusal baskıyı nasıl ilga edeceğiz? “Dünyanın kana bulandığı” vb. türünden cümlelerle sorunu bir kenara itiyor. (Oysa bunun tartışılan konuyla hiçbir ilgisi yok.) Böylece ortada bir tek argüman kalıyor: Sosyalist devrim her şeyi çözecek!.. Ekonomik devrim, politik baskının her türünü ortadan kaldırmak için gerekli önkoşulları yaratacaktır. Tam da bu nedenle her şeyi ekonomik devrime indirgemek mantıksız ve yanlıştır. Çünkü soru şudur: Ulusal baskı nasıl ortadan kaldırılacaktır? [Vurgular Lenin’e ait]
Önerme III. Özellikle ezme-ezilme ilişkilerinin yapısal olduğu koşullarda, Lenin’in, sosyalizme geçişte ulusların gönüllü birleşmesi ve kaynaşması programı üç unsurdan oluşuyordu:
(1) Ulusların kendi kaderini tayin hakkı. Bu, genellikle diğerlerinin aleyhine öne çıkarılan tek unsurdur. Bu konuşula konuşula yıpranmış unsur bile artık farklı bir görünüm kazanmaktadır, çünkü diğer Marksistlerde olduğu gibi yalnızca burjuva demokrasisi çerçevesinde var olacak demokratik hakların bir ilkesi değil, aynı zamanda sosyalizme geçiş döneminde ulusların ilişkilerini düzenleyen bir ilkedir. 1916 yılında yazdığı “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (Tezler)” adlı eserinde şöyle diyordu:
Nasıl ki insanlık sınıfların ortadan kaldırılmasını ancak ezilen sınıf diktatörlüğü altında bir geçiş dönemini yaşayarak gerçekleştirebilirse, aynı şekilde ulusların kaçınılmaz birleşmesini de ancak bütün ezilen ulusların tam kurtuluşuna, yani ayrılma özgürlüğünü kazandığı geçiş dönemini yaşayarak ulaşabilir.
(2) Sosyalist bir toplulukta bir araya gelen farklı uluslar arasındaki bağların biçimi olarak federalizm. Bu kavramın, Lenin’in cephaneliğine sonradan eklenmiş bir şey olduğunu da kaydedelim, zira erken dönem yazılarında, ayrılma hakkından vazgeçildikten sonra üniter bir yapının kurulmasını şiddetle savunuyordu. Bu tercih, ekonomik merkezîleşmenin getirdiği verimlilik nedenlerinden kaynaklanıyordu.
(3) Formel değil, gerçek anlamda eşitlik. Uluslar arasında gerçek bir eşitliğin kurulması ve bunun sadece sözde eşitlikten ibaret olmaması meselesinde Lenin’in en açık formülasyonu, SSCB’nin kurulması mücadelesine eşlik eden 1922 tarihli, haklı olarak ünlü “Uluslar ya da ‘Özerkleştirme’ Sorunu” metnindedir:
… genel olarak milliyetçilik sorununun soyut bir sergilemesinin hiçbir yararı yoktur. ... büyük bir ulusun vatandaşları olarak bizler, tarihsel pratikte neredeyse her zaman sonsuz sayıda şiddet vakasından suçlu olduk; ... Bu yüzden, ezenlerin veya “büyük” ulusların (sadece şiddetlerinde büyük olsalar da, sadece zorba olarak büyük olsalar da) enternasyonalizmi, yalnızca ulusların biçimsel eşitliğinin gözetilmesinden ibaret kalmamalı, gerçek pratikte var olan eşitsizliği ortadan kaldırmak için, aynı zamanda ezen ulusun, büyük ulusun aleyhine bir eşitsizliği de içermelidir. Bunu anlamayan kişi, ulusal soruna ilişkin gerçek proleter tutumu kavramamış demektir; onun bakış açısı hâlâ özünde küçük burjuvadır ve dolayısıyla burjuva bakış açısına kadar alçalması kaçınılmazdır.
Bunun daha bu terimin mevcut bile olmadığı bir aşamada “pozitif ayrımcılık” olduğu herkes için çok açık olmalı. Bu, ezilen uluslara, onlarca veya yüzlerce yıldır inkâr edilen ulusal vasıflarını geliştirme olanağını bulabilmeleri için özel koşulların yaratılması anlamına gelir.
Önerme IV. Bütün bu ilkeler, ancak Stalin, Orconikidze ve Cerjinski (ironik bir şekilde üçü de doğuştan Rus değildi) tarafından temsil edilen Büyük Rus şovenizminin temsilcilerine karşı yürütülen yorucu bir mücadeleden sonra uygulamaya konuldu. Stalin’in, Ukrayna, Belarus ve Güney Kafkasya’yı sovyetleşmeden sonra Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’ne, yani bir Rus devleti’ne asimile etme projesi, Lenin’in, Rusya, Ukrayna, Belarus ve Transkafkasya birliğinin artık bir Rus devletinde değil, onu oluşturan tüm uluslara ait olan SSCB şemsiyesi altında eşit şartlarda bir araya gelmesini öngören alternatifi tarafından yenilgiye uğratıldı. Daha sonra birçok Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti de eşit şartlarda bu federasyona katılacaktı: Örneğin 1924’te Özbekistan ve Türkmenistan, 1929’da Tacikistan ve 1939’da Kazakistan. Bu, Lenin’in ölüm döşeğinde kazandığı son büyük zaferdi.
Önerme V. Böylece Lenin, modern çağda bir ulusun, hatta bir coğrafi alanın bile adını taşımayan, dolayısıyla herhangi bir ulusa ait olmayan ilk devleti kurmuştur. Yani dış görünüş itibariyle bu tam anlamıyla ulussuz bir devlettir. Ancak, bu özelliğiyle diyalektik bir çelişki içinde, normalde pek çok ulus-devletten oluşan bir dünyada, diğerlerinin arasında bir ulus-devlet haline geldiğinden proletarya, devleti, tam da yukarıda alıntıladığımız Komünist Manifesto’daki bu ifadeye verilen anlamla, yeniden inşa eden bir “ulus” haline gelir.
Önerme VI. Dışarıdan bakıldığında ulussuz olan SSCB, içsel olarak çok sayıda ulusun birliğinin mükemmel bir örneğidir. Ulusların ve milliyetlerin gayet gerçek olan varlığının inkârına dayanmaz. Tam tersine, biçimsel eşitlikten ziyade gerçek eşitlik arayışı, Soyuz’u (Birlik) oluşturan ulusların daha önce hiç olmadığı kadar gelişmesini sağlamak için tasarlanmış tam kapsamlı bir politika yelpazesinin ortaya çıkmasına yol açar. Bu, görünüşte Birliğin ulussuzluğunun diyalektik karşıtı olan “karenizatsiya” politikasıdır.
Önerme VII. Şimdiye kadar SSCB hakkında söylenen her şey muhteşemdir ama söylenmesi gerekenler bundan ibaret değildir. Bu devlet, Lenin tarafından, dünya devriminin gelecekteki yeni zaferleriyle birlikte güçlenecek ve yayılacak olan düğüm noktası, merkezî çekirdek olarak tasarlanmıştı. Bu, Lenin’in Komünist Enternasyonal’in II. Kongresi’ne sunduğu ve üç çekimser oy dışında oybirliğiyle kabul edilen “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezler” adlı kararda çok açık bir biçimde dile getirilmiştir. Ne yazık ki, bu kararı uzun uzadıya analiz edip alıntı yapacak vaktimiz yok. Sadece şunu belirtmeliyiz ki, bu karar tam bir yüzyıldır yanlış okunmuş ve yanlış sunulmuştur; çoğu zaman da Lenin’in sosyalizm vizyonu genç nesillerden kasıtlı olarak saklanmıştır. Gelecekteki işçi devletlerinin SSCB adı verilen federasyona katılması, Komintern’in ilk yıllarındaki programıydı; üstelik bu birlik, herhangi bir ulusun hegemonyasının olmadığı bir birlik olduğundan, işçi devletleri bu federasyona gönül rahatlığıyla katılacaktı. Bu, Lenin’in dehasıydı. Elbette, ne Çin, ne Yugoslavya, ne Vietnam ne de diğerleri bunu uyguladı. Bunun gerçek nedenlerini sorgulamak bizi SSCB’nin ve hatta 20. yüzyıl sosyalist deneyimlerinin neredeyse tamamının dağılmasına yol açan en önemli sebeplerden bazılarına götürecektir.[2]
Önerme VIII. Eğer proletaryanın ve sosyalizmin bir geleceği varsa, SSCB’nin de umut dolu bir geleceği vardır; üstelik sadece kendi anavatanı olan, bir zamanlar Çarlık Rusyası olan geniş coğrafyada değil, dünyanın her yerinde. Bu anlamda gelecek, dünyanın her yerinde Sovyetler Birliği’nindir.
[1] Bu, 12-13 Kasım 2021 tarihlerinde Leningrad’da (Petersburg) Rusya Millî Kütüphanesi, Plehanov Evi ve Marksist Sosyal Bilimler Derneği tarafından düzenlenen “Sovyetler Birliği: Geçmişe Özgü Bir Alternatif mi, Yoksa Geleceğe Yönelik Stratejik Bir Proje mi?” başlıklı konferansta yazarın yaptığı sunumun kelimesi kelimesine yapılmış çevirisidir (bir sonraki dipnot hariç).
[2] Bir uyarı. Suçun büyük bir kısmı Sovyet iktidarının Stalinist bürokratik yönelimine yüklenmelidir; zira bürokrasinin hâkimiyetinde Büyük Rus milliyetçi yönelimi Sovyetler Birliği’ne arka kapıdan geri dönmüş olmaktadır. Ancak, SSCB’nin her kademesinde örgütlenen uluslar, federalizmi ve karenizatsiya’yı o kadar yüreklerinde derinlemesine hissettmişlerdir ki, İkinci Dünya Savaşı sırasında birçok ulusun hakları açıkça çiğnenmesine rağmen, Sovyetler Birliği’nin iç işleyişi, SSCB dağılıncaya kadar büyük ölçüde dirençli olduğunu kanıtlamıştır. Bu, üzerinde ciddiyetle çalışılması gereken bir konudur ve bu nedenle bu kısa sunumda bu sorundan soyutlanmıştır.